Menyu
İslamcı Sosyolog Ali Şeriati ve Sosyolojik Düşüncesi / Dr.Mustafa YILMAZ
GİRİŞ YAZILARI

İslamcı Sosyolog Ali Şeriati ve Sosyolojik Düşüncesi / Dr.Mustafa YILMAZ

Mustafa Yılmaz'ın yaptığı konuşmanın tam metni aşağıdadır.

 

Ali Şeraiti ve Sosyolojik Düşüncesi

 

Sosyolojinin Konumu ve Konusu

Yaklaşık olarak 1377 yıllarında İbn-i Haldun “İlm el-Umran”ı ortaya koyduğunda, kendisinden yaklaşık dört buçuk asır sonra gelecek olan Fransız filozof Auguste Comte’un çalışmalarının sosyolojinin temelleri sayılacağını elbette bilemezdi. Oysaki modern sosyoloji epistemolojik olarak Comte’dan daha çok İbn-i Haldun’a yakındır.

Modern sosyoloji Batı’nın bir tasarımı olarak insan zihnine armağan edilmiştir. Konusu insan, insan kümeleri, toplulukları, toplumları yani ‘beşer’, ‘şaab’ ve ‘kabail’ olan bir bilim olarak sosyoloji, insan bilimlerinin en kapsamlısıdır. Siyaset, ekonomi, eğitim, aile, savaş, barış, hukuk, adalet, din, doğum, ölüm, suç, ceza, otorite, güç, iktidar, kavim, etnisite, göç, sanat, mimari, medeniyet, şehir vs. daha sayamayacağımız bir çok konu ve konum sosyolojik analizin gerçek alanını ve bağlamını yani evrenini oluşturur.

Comte artık çağdaş sosyologların çok da dikkate aldıkları bir kaynak olmaktan çıkmış ise de, onun insan olgusunu araştırmada geçmişin spekülatif sosyal felsefelerinden ayrı olarak pozitif metodolojiye verdiği önem çağdaş sosyolojinin amentü esaslarından birisini teşkil etmiştir.[1]

Çağdaş sosyoloji, Max Weber, Emile Durkheim ve Vilfredo Pareto gibi tarihsel köklerini aldığı “Yapısalcı-İşlevselci” yaklaşım ile buna karşı küresel sosyolojide en büyük karşıt olarak ortaya çıkan sosyalist hareketin büyük düşünürü Karl Marx’ın “Çatışmacı” yaklaşımı olmak üzere iki ana izlekte yürümüştür.

Yapısalcı kuram, birbiriyle ilişkili temel toplumsal alt yapıların birbirlerini etkilediklerini ve dönüşümlere neden olduklarını, bu yüzden sosyolojik analizin görevi neyin neyi ne ölçüde etkilediğini açıklamaktır önermesini getirir. Bununla beraber her sosyolojik alt yapının her ne kadar zararlı ve tehlikeli görülse de oturmuş ve kabul edilmiş yapısıyla sosyal yapı içerisinde üstlendiği bir rol ve görev vardır, alt yapıların devamına yardım eden bir işlevi vardır diyerek yapısal bütünlüğün devamını savunmuştur. Bu da bir consensus modeli olarak anlaşılmıştır. Bu yaklaşım Batı demokrasilerinin ve Amerikan kapitalizminin varlığını ve işlevini meşrulaştıran, ‘var olan iyidir’ yaklaşımını kutsallaştıran bir görev üstlenmiştir.

Marx sosyolojisi ise bilindiği gibi iki temel varsayıma dayanır. Bunlardan birincisi bütün toplumsal faaliyetlerin, hareketlerin temel belirleyicisi ekonomik ilişkilerdir. İkinci olarak ise Marx insan toplumunun tarih boyunca bir çatışma olgusu içerisinde yaşadığını söylemiştir. O ekonomik kaynakların belirli ellerde toplanması sonucu sınıflaşmanın tarihsel olarak gerçekleştiğini, bunun karşısında mülke sahip olmayanların da kapitali ellerinde bulunduranlara kölelik yapmak zorunda kaldıklarını söylemiştir. Böylece insan toplumu mülk sahipleri ve sömürülen çalışanlar olarak iki tarihsel sınıf oluşturmuştur. Bu tarihsel determinizm devrimleri zorunlu kılmıştır. Marx’ın bu sosyolojik analizi; tarihin devrimci yürüyüşünü ilkel feodal köleci düzenden, tarımsal döneme, sanayi dönemime, zorunlu işçi sınıfına, işçi sınıfının bilincinden doğacak kapitalist düzenin praxis ile eleştirisine, buradan Leninist bir pratiğe, kapitalizme, diyalektik çatışma ile komünizme ve nihayet zorunlu olarak sosyalizme varmak şeklinde formülize eder.

Tabii ki toplumsal veya uluslararası ilişkilerde ekonomik sömürünün varlığını görebilmek için insanın mutlaka Marxist olması gerekmez. Rahatlıkla şunu da söyleyebiliriz ki insan etkinliklerinin tamamı ekonomik üretim biçimlerinin sonucu ortaya çıkmıyor. Öte yandan bütün toplumsal kurumların çatışma ile ortaya çıktığını iddia etmek bugün artık doktriner bir bağnazlıktan öteye gidemez. Biz bugün çok rahatlıkla görebiliyoruz ki, toplumlar hem içsel hem de dışsal olarak bir takım çatışmalar yaşabilirler ancak bir katım uzlaşılar içerisinde de olabilirler. Bu değişimin bir türü olabilirken, artık toplumlar değer yargılarında, ahlak anlayışlarında, kültür biçimlerinde, geleneklerinde, modada, teknolojide, siber dünyada, yavaş, tedrici ve planlanmış bir değişimi de yaşıyorlar. Belki de bugünün dinamiği haline değişim aslında bundan ibaret oldu. Fakat bu tespitimiz de yine eksik kalır, çünkü toplumların biriktirdiği, maddi ve maddi olmayan güçler her zaman devrimsel süreçleri başlatabilir ve bütün değişim modellerini alt üst edebilir. Dolayısıyla insan iradesi bütün dolayımların üstesinden gelebilecek bir dinamiği her zaman taşımaktadır.

Bu iki sosyolojik yaklaşımın dışında John Lock akılıcılığından ve İmmanuel Kant’ın idealist epistemolojisinden köken alan “etkileşimci yaklaşım”dan veya “benlik kuramı”ndan ve çok daha fazla popüler sosyoloji yaklaşımlardan bahsedebiliriz. Ancak bu konumuzun dışında kalan bahsi diğerdir. Değişim kuramlarından, eleştirel kuramlardan ve özellikle Fenomenolojiden bahsetmek gerekir ki bunlar dediğimiz gibi bu konuşmanın sınırlarının dışında kalır.

Bununla beraber çağdaş sosyoloji iki önemli sorunla karşı karşıyadır. Bunlar sosyolojinin evrensel uygulanabilirliğine ilişkin yargının temelsizliği ve sosyolojinin insanlığa yarar sağlayan bir bilim olmaktan çıktığına dair kuvvetli görüşün varlığıdır.

Müslüman Zihnin Sosyolojiye Katkısı

Klasik olarak sosyolojiye en büyük katkı İbn-i Haldun tarafından yapılmıştır. Ve İbn-i Haldun adı yüzlerce yıl anılmaktan mahrum kalma bahtsızlığını yaşamıştır. Marx’ın eserlerinde İbn-i Haldun’dan bahseden tek cümle bulamazsınız. Bu bilim ve felsefenin sefaletidir. İbn-i Haldun’u ciddi olarak ilk keşfedenler yirminci yüzyılda Toynbee ve Rosenthal olmuştur. Altı yedi asırlık bir suskunluktan sonra Batı’nın dili nihayet çözülür.

Sadece İbn-i Haldun değil bununla beraber diğer Müslüman filozofların, kelamcıların, müfessirlerin, hadisçilerin, tarihçilerin de sosyolojiye disipliner manada olmasa da katkılarını belirtmemiz gerekir. Farabi, İbn-i Rüşd, İbn-i Hazm, Gazali, Şehristani, İbn-i Tufeyl, Maverdi, İmam-ı Azam gibi daha bir çok isim çeşitli şekillerde sosyolojik yaklaşıma katkıda bulunmuşlardır.

Ancak bunların yansımaları bugüne yeterince taşınamamış, tartışılıp geliştirilememiş, haşiyeciliği ve risale İslamı’nı aşan yaklaşımlar ortaya çıkmamıştır.

Çağdaş Müslüman Sosyolojisi

Çağdaş dediğimiz, yani içerisinde yaşadığımız zaman ve dünya üzerinde bir sosyolojiden, müslümanca bir sosyolojiden ve epistemik olarak İslam Sosyolojisinden bahsettiğimiz zaman, aslında Batı muhayyilesinin ürettiği, yaratıcı ve müdahale edici bir otoriteye ihtiyaç duymaksızın ve o otoriteyi reddederek insanın kendisini gerçekleştireceği ve gerçek bir insan olabileceği düşüncesinin kabulüyle şekillenmiş batılı bir sosyoloji ile karşı karşıya geliyoruz.

Esasında bir Müslüman olarak sosyoloji yada toplum bilimden bahsetmek, bir taraftan İslam’ı sosyolojik olarak anlamaya tabi tutarken diğer yandan da bir İslam sosyolojisinden bahsetmek durumunda kalıyoruz. İslam sosyolojisinden yada genel olarak din sosyolojisinden bahsettiğimiz zaman ise dinin ve özelde İslam’ın teolojik alandan insani ve toplumsal alan olan sosyolojik alana taşınmasından bahsediyoruz. Batıda üretilen din sosyolojisi metinleri doğal ve zorunlu olarak bir çok benzer alanda olduğu gibi Hristiyan dininin sosyolojisi olmak durumundadır. Saint Simon’dan Frankfurt Okulu’na, Max Weber’den Michel Foucault’a, Marx’tan Antanio Negri’ye kadar bütün filozofların düşünceleri bu belirlenimin izlerini taşır. Kabul veya reddedişlerinin temellendirilmesi bu evrende hapsolur. Bu, yazımızın ilk başında söylediğimiz Batılı sosyolojinin artık çürümüş olan evrensellik iddiasının geçersizliğinin önemli kanıtlarından biridir.

Her ne kadar klasik olarak sosyolojiye Müslümanların katkısından söz etsek de modern dönemde din sosyolojisi ve İslam sosyolojisinden bahseden eserler konusunda İslam dünyası oldukça fakirdir. Müslümanların kendi toplumlarını, dünyalarını, hayatlarını açıklayacak kavramsal, teorik ve metodolojik bir sosyolojiden mahrum olduklarını görürüz. Bu anlamda bugün konumuz olan Ali Şeriati, sistematik, kapsamlı ve bütüncül olmasada da büyük oranda teorik ve kavramsal çalışmalar yapmış, tezler oluşturmaya çalışmıştır. Ne yazık ki yaşadığı zaman ve zemin onu bu söylediğimiz eksik yaklaşıma mahkum etmiştir. O şarkısını tamamlayamadan aramızdan göçüp gitmiştir. Bundan sonrası ise kalanlara düşmektedir.

İslam sosyolojisinden bahsettiğimiz zaman İslam Sosyolojisi, İslami Sosyoloji ve İslamcı Sosyoloji ayrımını yapmamız gerekir.[2]İslam Sosyolojisi, Müslüman toplumlar hakkında yapılan çalışmalarla ortaya konan sosyolojiyi, İslami Sosyoloji, toplumları ve onların hayatlarını, davranışlarını, dinamiklerini, orada cereyan eden vakıaların anlam ve açıklama yöntemini öğreten ilkesel çerçeve olarak İslam’ı benimseyen sosyolojiyi, İslamcı Sosyoloji ise, İslam’ı ve Müslüman toplumu araştırmanın ne nesnesi kılan ne de sadece anlamanın ilkesel çerçevesi kılan bir sosyoloji değildir. Aksine İslamcı Sosyoloji, İslam’ı toplumun kendisine göre şekillenmesi veya şekillendirilmesi gereken bir ideoloji ve politik bir dünya görüşü olarak konumlandırır.

Müslüman sosyolojisi veya İslam sosyolojisi yada İslami sosyolojik bir çalışmanın bugün arz ettiği önem aslında, Müslümanların yaşadığı coğrafyanın hali hazırdaki durumunun anlaşılır kılınmasının yanı sıra, yüzlerce yıllık düşüncel, siyasal, ibadi ve toplumsal geleneğin anlaşılmasına da yardımcı olacaktır. Yine İslam dünyasının yaşadığı tarihsel kırılmaların, özellikle hicri 4. ve 5. asırlardaki Yunan düşüncesinin etkisiyle oluşan felsefe tartışmaları çerçevesindeki fikri kırılmaların, Moğol istilaları karşısındaki siyasal ve aynı zamanda düşünsel kırılmanın, son olarak da Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla siyasal olarak nihayetlenen, modernite karşısındaki aşağı yukarı her alanda gerçekleşen kırılmanın, daha analitik, daha bütüncül, dünden yarına taşıyıcı bir analizini yapabilmek için sosyolojik bir bakışa, tarih felsefesine ve nihayet bir dünya görüşüne muhtacız.

Hem İslam sosyolojisi anlamında, hem İslami sosyoloji anlamında hem de İslamcı bir sosyolog olması anlamında Ali Şeriati’nin ortaya koyduğu külliyat modern dönem İslam-Toplumbilim çalışmalarının bana göre ana gövdesini oluşturmaktadır. Onun çalışmaları üç önemli başlıkta toplanır; İslamiyat [İslam-Bilim], İçtimaiyat [Toplum-Bilim] ve Keviriyat[Benlik-Bilim]. Toplum-Bilim çalışmaları onun bir İslam Sosyolojisi kurma yolundaki yoğun çabasının ürünüdür.

Ali Şeraiti: “İslamcı Sosyolog”

“Sorulması lazım: Niçin günümüzde Dr.Şeriati gibi kişiler hakkında konuşmamız gerekmektedir? Niçin anılarını canlı tutmamız gerekmektedir?...” Çünkü öncelikle “Bizler onu anmakla kendimize dönüyoruz. Kendimizi yenibaştan gözden geçiriyoruz...” “Kim olduğumuzu, nerede bulunduğumuzu, nereye yöneldiğimizi önderlerimizin ve kafile öncülerimizin kimler olduğunu ve bugün bize nasıl yardım edebileceklerini düşünüyoruz”... “İkinci nedeni şudur: Bizler öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bu dönemde dini düşünceyi incelemeye ve arıtmaya şiddetle muhtacız. Herzaman kendine içerden bakabilmek; ilahi elçilerin mesajında buldukları zenginlikler yüzünden ve kendilerini başkalarının eser ve görüşlerinden müstağni saymalarından dolayı kendi dışına bakma ve değerlendirme cesaretini daha az gösterebilme ve kendine dışardan bakma­ma tavrı dini toplumlara has bir özelliktir. Dini topluma ve din kültüre dışardan bakma ve bir din bilgini olarak değil, dindar bir aydın olarak onlar hakkında fikir sardetme cesaretini, sadece dini kültür havzasının nadir düşü­nürleri gerçekleştirebilir. Ve bunu Dr.Şeriati başardı. Tam bir kahramanlık, dertdaşlık ve hünerle bu vadiye adım attı vebu yolda nice gözleri, nice kulakları açtı; nice yürekleri kendine cezp etti.”[3]

Kelimelere muhtacız. Ne kadar izin ve imkan verirlerse o kadar anlatabiliyoruz. Anlatabilme gücümüz ne kadarsa kelimeler o kadar işimize yarıyor. Ne kadar anlayabiliyorsak o kadar anlatabiliyoruz yada yazabiliyoruz.

Yargı büyük iş, büyük yük. Gerçekten büyük bir adamın karşısındayız. “bütün dünya bir araya gelse dahi benim gerçekten inanmadığım bir tek kelimeyi söylediğimi ispat edemez” diyen, kaderi bir mum gibi “yanmak, alevlenmek, ağlamak, erimek, konuşmamak, durmak, yok olmak, körler meclisini kendi ateşiyle aydınlatmak, gözyaşları ve yakıcı alevler yağmuru altında varlığının derinliklerinden cahillerin yüzüne bir tebessüm kondurmak, halk yığınları arasında yalnız kalmak, her toplantının ışığı olmak, geceleri uyumamak, gündüzlerden korkmak, her an eksilmek, gözyaşı tırnağıyla varlığını tırmalamak, damla damla erimek” olan bir adam.

“O, horlamış, ezilmiş bir toplumda; bir bilgisizlik çağında; bir umursamazlık çölünde [daha doğrusu, gerçeği umursamayan, inkâr eden çağımızda], bilmenin ve ilgisiz kalmamanın, artık ‘yiğitçe düşünmek’ sayılmadığını biliyordu. Artık aydın olmak, makam-mevki ihtirası beslemekle bir tutuluyordu. Bu da, böylelerinin ezilip horlanması için yeterli bir neden sayılıyordu. O, ne yapacağını bilmez bir halde bekleşen, şaşkın, düşmek korkusuyla adım atmaktan bile korkan, sırf korkuları yüzünden kötülüğe bulaşmayan aydınları acı bir gülümsemeyle eleştirirdi. Onun için bir seçim yapmak, ‘ilk adım atmak’ demek değildi; bütün bir hayattı ve bütün bu duraksamalar, şaşkınlıklar, şüpheler hep entelektüalizm dediğimiz çağdaş aydın köleliğinin bir sonucuydu. Son derece kısa, fakat o oranda da verimli hayatı boyunca, düşünce ve insanlığın bu eski ve tanıdık düşmanına karşı olanca gücüyle, yiğitçe savaştı.”[4]

“Kimdir bu adam? Alçak diktatörlerin esaretine alışmış ve her şeye tahammül eder hale getirilmiş bir halk için özgürlük şarkıları söyleyen bu adam kimdir? Deşt-i Kebir çölünde külleriyle dertleşerek varolan, Kaf dağından sürgün edilmiş bir anka gibi çöllerin yalnızlığında benlik felsefesi üzerine konuşan, tarih felsefesinden, İslam Bilim’den, sosyolojiden, Ebuzer ve Ali’den bahseden bu adam kimdir? Geçmiş ve geleceği bir atlasta buluşturarak yarının tarihini okumaya çalışan bu çılgın adam kimdir? Geleceğe seslenen bu çılgın adam kim olabilir? Yenilginin kara külleri arasında kendisini mayalayan bu gür sesli savaşçı kimdir? Deşt-i Kebir çölünden havalanarak Sorbon’da kanat çırpan, bir kanadında İkbal’in duygu yükü, bir kanadında Cemaleddin’in bitmez tükenmez çabasını taşıyan, Mevlana’nın Mesnevi’sinden esintiler soluyan bu kartal hangi dağın koyaklarından seslenmektedir bize? Bu adam kimdir?

Biz kalanlara seslenirken “gidenler Hüseyni bir iş yapmıştır, kalanlarsa Zeynebi bir iş yapmalıdırlar, yapmıyorlarsa Yezidî’dirler” diyen bu adam kimdir?

Babasının “sanki Allah bunu Kızıl Kale zindanlarında bir hücreye atılsın, etrafı kitaplarla dolsun, yanına bir kül tablası ve bol miktarda sigara konsun diye yaratmış” dediği bu adam kimdir?”[5]

Hakikate dost olmak ve hakikatin peşinde koşmak yerine, mevcut olan’ı ‘normal’ ve ‘makul’ sayma alışkanlığına, insan hayatını boş ve gayesiz gören düşüncelere, bayağılıklara, kendini beğenmişliklere karşı savaş açan, sadece sıradan halkın büyük çoğunluğuna değil, tevhid dinini savunanların bir kısmına da bulaşan umursamazlığa, uyuşukluğa karşı bir direniş hareketi başlatan, çağımıza ve toplumlarımıza hakim olan kötülüğe karşı sürekli mücadele eden, toplumun kurumuş köklerinin hayatı bile hiçe sayan bir davranışla, yani şehadetle sulanırsa canlanabileceğini bizlere öğreten bu aziz öğretmen kimdir?

“Şehid Doktor her insan gibi bir yolcuydu. Fakat o yolun kendisi olduğu bir yolcuydu. Geride bıraktığı eserler; konferanslar, ders notları, kitaplar, makaleler [ki bunların her biri onbinlerce nüsha basılmıştır] kişiliğinden ve eylemlerinden de önemlidir. Genç kuşakların, bütün bu eserlere gösterdiği ilgi unutulacak gibi değildir. Güçlü kalem, seçkin kişilik... En derin felsefi düşünceleri, en karmaşık bilimsel ve sosyolojik konuları bile kolayca anlaşılabilir hale sokabilen korkunç bir zekâ...

Kuramları dini bir temelden hareket etmekle bilikte, sağlam epistemolojik, felsefi, tarihi ve sosyolojik dayanaklardan da yararlanmakta, belirli bir hayat ve düşünce diyalektiğinden gelişmektedir. Şeriati’nin görüşüne göre doğru düşünce olmadan doğru bilgi, doğru bilgi olmadan da inanç olmaz.”[6]

İslam hakkında doğru bilgi edinebilmek için muvahhid bir Tarih Felsefesi ve toplumsal gerçekleri şimdiki halleriyle ortaya koyan bir Şirk Sosyolojisi gereklidir. ‘Adem’in Varisi Hüseyin’ adlı eserindeki tarihi ve sembolik çözümleme, İslam’ın belirli bir zamana ve coğrafyaya özgü beşeri bir ideoloji olmadığını, uzak dağ kaynaklarından fışkırıp, kayalıkları aşarak, çoğala çoğala denize ulaşan gür bir ırmak gibi bütün insanlık tarihini kuşattığını göstermektedir. [7]

O İslamî kavramların dinamik yorumlarını vermekteydi. Ümmet, imamet, adl, şehadet, hicret, intizar, şirk ve tevhid kavramlarına getirdiği yorumlar, bu kavramların bir eylemin başlatılması süreci için taban oluşturabilmelerini sağlamıştır. O’nun İslami kavramları dinamik bir ideoloji haline dönüştürebilmek için kullandığı metodoloji de bütünüyle İslamîdir.

Şeriati, bir toplumda değişiklik yapabilmek için üç tip yaklaşımın var olduğuna inanır: Muhafazakar, devrimci ve reformcu. Tevhidi olmayan ulemâ birinci yaklaşım tarzını seçmiş, geçmişe, artık hükmü kalmamış geleneklere ve tarzlara müracaatla mevcut durumu değiştirmenin yollarını aramıştır. Ulemânın geçmişe sıkı sıkıya sarılmasının sebebi zaman içerisinde geleneklerini değiştirmenin, bir ağacın kökü ile dalları arasındaki ilişkiyi kesmekten farklı olmadığına inanmış olmasıdır.

Devrimci yaklaşım tarzında, geçmişle olan tüm bağlar koparılmaktadır, reformcu yaklaşım tarzı ise, diğer iki yaklaşım tarzını birlikte ele almakta, zaman içersinde gerçekleşecek tedrici değişiklerle sonuca gidilmesini öngörmektedir. Peygamber’in yaklaşımının üç tarzın üçünden de farklı olduğunu ileri sürer. Ona göre Peygamber şekli korurken, manayı değiştirerek sonuca gitmiştir. İslam öncesi pek çok form muhafaza edilmiş, fakat manaları değiştirilmiştir. Böylece, insanların köklerinden kopmasının önüne geçilmiş, yeni manâları içlerine sindirebilmeleri kolaylaştırılmıştır.[8]

İslamcı Sosyoloji’nin Temelleri

“Her şeyden önce Şeriati, sosyolojiye bir dil meselesi olarak yaklaşmaktadır. Çalışma alanı din sosyolojisi olan Şeriati, İslam’a dayanan bir din sosyolojisi geliştirmeye çalışmış ve ilk önce, din sosyolojisinin dilini İslamileştirmekle işe başlamıştır.”[9] Ona göre, “Batı sosyolojisinin, [on dokuzuncu yüzyıl sanayileşmiş Avrupa toplumunun ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki saldırgan, emperyalist toplumunun çözümlemesinden elde edilen] basmakalıp kavramlarını dilimize çevirip tekrar etmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Zira bu kavramların, bizim çağdaş hayatımızla hiç bir ilgisi yoktur. Biz, kendi toplumumuzda ortaya çıkıp biçimlenen, kendi toplumsal yapımızın niteliğine, kendi manevi yapımıza, kendi toplumsal davranış kalıplarımıza, kendi toplumsal gerçeklerimize denk düşen değerleri, ilişkileri ve bireylerimizin bütün bu değerlere, ilişkilere gösterdikleri psikolojik tepkileri incelemeliyiz.” … “Bu açıdan bakıldığında, ümmet, imamet, adalet, şehadet, takiye, taklid, sabır, gayb, şefaat, hicret, küfür, şirk, tevhid gibi kavramlar, bunlara tekabül eden veya benzeyen Avrupai kavramlardan çok daha anlamlıdır.”[10]

Ona göre bilgi, düşünce ve inanç birbirinden bağımsız değildir. Şeriati, Kur’an’dan sosyolojik, tarihsel ve politik bir çok kavram türeterek hem dilde İslamileşmeyi, İslamileşmiş dilin düşünceyi de islamileştireceğini düşünmüştü. Bunu yaparken bağnaz bir tutucu gibi davranmadı. İçe kapanmacı bir refleks göstermedi. Sadece dilde değil aynı zamanda varlığı okumada, dünya ve toplum görüşünde de İslamileşmeyi savundu. Çünkü o toplumların itikadi alt yapısını o toplumun sahip olduğu “dünya görüşü” olarak değerlendiriyordu. “Dünya görüşü, insanın kendi varoluşuyla ilgili sahip olduğu bir algılama çeşididir. Hafız ile Mevlana’nın farkı, dünya görüşünün ayrılığıdır”.[11]

Bir din sosyologu olduğunu söyleyen Şeriati, Kur’an’a dayalı bir İslam Sosyolojisi geliştirmeye çalıştığını söylüyor. “Çalışma alanım din sosyolojisi olduğu için, ben de, Kur’an’ın ve İslam literatürünün terminolojisinden yararlanarak, İslam’a dayanan bir din sosyolojisi geliştirmeye çalıştım. Çalışmalarım ve araştırmalarım sırasında, varlığından bile haberdar olmadığımız pek çok el sürülmemiş konu olduğunu gördüm. İslam’ı ve Kur’an’ı incelerken karşılaştığım gerçeklerden biri de Pergamberin sünnetine özgü, bilimsel tarih ve sosyoloji teorilerinin varlığı oldu. Burada söz konusu ettiğim şeyin, Kur’an’ı, Kur’an’ın belirli ayetlerini, Peygamberin sünnetini veya siyasi, toplumsal, psikolojik ve ahlaki hayat tarzını alıp, sonra da bütün bunları çağdaş bilim aracılığıyla çözümlemek değildir. Sözünü ettiğim, büsbütün başka bir şeydir. Benim yaptığım, Kur’an’dan, tarih, sosyoloji ve beşeri bilimlerle ilgili bir dizi yeni konu çıkartmaktır. Düşüncemin kaynağı bizzat Kur’an ve İslam’dır.”[12]

Beşeri bilimlerde Kur’an’ın yardımıyla pek çok konuyu keşfettiğini söyleyen Şeriati, bunların en önemlilerinden birisi olarak ‘hicret’ kavramını gündeme getirerek, bu ifadenin medeniyet tarihi açısından büyük bir devrimci öz taşıdığını ve tarihin nasıl canlı ve aktif bir dinamiği olduğunu söyler. Pek çok Müslüman tarafından sadece bir göç olarak algılanan, başka bir takım kimselerce ilkel veya yarı medeni bir takım insanların çeşitli sebeplerden dolayı şehir değiştirmesi olarak algılanan hicretin aslında bunlardan başka bir anlamı olduğunun kimse tarafından görülmediğini şöyle anlatır:

“Kur’an’ın hicretten ve muhacirlerden söz ederken kullandığı ifadeden, peygamberin hayatından ve genel olarak İslam'ın ilk yıllarındaki hicret kavramından kalkarak, hicretin sadece tarihi bir olay olmadığını anladım.” … “Ne var ki, Kur’an’ın hicreti anlatırken kullandığı ifadeden, hicretin felsefi ve sosyal açıdan çok derin bir kavram olduğunu sezinledim. Daha sonra, dikkatimi tarihe yöneltince, hicretin hiç de tarihin ve tarihçilerin göstermek istediği gibi basit bir olay değil, tam tersine son derece muhteşem bir ilke olduğunu; buna rağmen şimdiye kadar, kimsenin bu konuya değinmediğini gördüm. Bütün tarih boyunca hicret, medeniyetlerin doğuşunda başlıca etken olduğu halde, tarih felsefesiyle uğraşanlar bile bu konuya gereken önemi vermemişlerdir.” … “Tarihte bildiğimiz yirmi yedi medeniyetin hepsi, bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Başka bir deyişle, ilkel bir topluluğun, yaşadığı bir yurdu bırakıp bir başka yere göç etmeden medenileşebileceğini gösteren tek bir örnek yoktur.” … “Tarih ve sosyoloji açısından büyük önem taşıyan bu konuyu, İslam’dan ve Kur’an’ın hicretten söz eden, geçici ve yaygın hicret emreden ayetlerinin üslubundan çıkardım.”[13]

Tevhid: Bir’in Sosyolojisi[14]

Kendi dünya görüşünü şöyle açıklar: “Benim dünya görüşümde tevhid vardır. Tanrı’nın birliği anlamında tevhid, hiç kuşkusuz, bütün tektanrıcılar tarafından kabul edilir. Fakat benim bir dünya görüşü olarak tevhid anlayışım, bütün kainatı, bu dünya/öteki dünya, tabiat/tabiat üstü, madde/mana, ruh/beden diye bölmeden vahdet halinde görmek demektir. Bu, bütün varlığı tek bir biçim; iradesi, aklı, duygusu ve hedefi olan canlı ve şuurlu tek bir organizma gibi kabul etmek anlamına gelir. Şirki de aynı şekilde düşünüyorum. O da, kainatı dağınık, zıtlıklarla, çeşitliliklerle, birbirleriyle çatışan, çekişen, çelişen, çarpışan kutuplarla, eğilimlerle, geleneklerle, gayelerle, iradelerle dolu ahenksiz bir kalabalık gibi gören bir dünya görüşüdür.”[15]

Ali Şeriati, bu literal ve kavramsal ıslah ve inşa için çaba sarf ederken İslami kavramlardan hareket edip başka dillerde, düşüncelerde ve kültürlerde bunların anlamlarını ve karşılıklarını arayarak evrensel bir dile ulaşmayı amaçlar. Bu yönüyle kopya alma, şablonculuk yapma, başkasıyla kendisini tanımlama açmazına düşmekten sakınır.

Şeriati bilimsel bir disiplin olarak sosyolojinin iki yönü olduğunu söyler: teorik ve pratik sosyoloji. Kuramsal sosyolojinin görevi, bir düşünce okulu olarak İslam’ı ‘anlamak’ ve ‘bilmek’ olmalıydı. Bu amaç doğrultusunda tevhid, şirk, en-nas, insan, toplum, ümmet, hicret gibi kavramların sosyolojik anlamlarına kavuşması için çok değerli katkılarda bulundu.

Bu noktada onun metodolojisi kesinlikle karşılaştırmalı [comparative] bir metodoloji idi. “İslam’ı bilmenin çeşitli yolları vardır. Birisi Allah’ı bilmek ve O’nu diğer dinlerde kendisine ibadet edilen varlıklarla karşılaştırmaktır. Diğeri kitabımız Kur’an’ı bilmek ve onu diğer semavi [veya semavi olduğu iddia edilen] kitaplarla karşılaştırmaktır. Bir diğer yol, İslam Peygamberinin kişiliği ve O’nu tarih boyunca yaşamış ve büyük reformlar gerçekleştiren kişiliklerle karşılaştırmaktır.”[16]

Her şeyden önce o gerçek bir inkılapçı idi. Onun uygulamalı bilimciliği en kuramsal biçimde şu temel soruyu sordu: “Bir toplumun hızlı bir şekilde değişip, gelişmesine veya aynı hızla bozulup, çürümesine yol açan temel faktör nedir?”[17]Cevabı bellidir ve bu cevap İslam bilim felsefesini açıklar. Değişimin iki unsuru olan ‘insan’ ve değişime hakim olan ‘kurallar’. Değişimin yasaları bilinmelidir. Bu yasaların gerçekleşmesi için uygulama alanına inmek gerekir. Evet insan bu pratik alanda bulunmalı ve o değişim yasalarına uygun olarak rolünü oynamalıdır. İslami sosyal bir düzene biz ancak Kur’an ve Peygamber’in sünneti yoluyla ulaşabiliriz. Bunu gerçekleştirmek için muhtaç olduğumuz şey ise halkı bu yönde harekete geçirmek için gerekli değişim kurallarını uygulamaya kararlı bir insan olmamızdır.

Şeriati’nin ideolojisi ile bilim anlayışı iç içe geçmiştir. Gulam Abbas Tavassuli, İslam Sosyolojisi’ne yazdığı önsözde onun sosyolojisinin dünya görüşünün bir yansıması olduğunu söyler. Bu dünya görüşü, toplum içinde elle tutulur sonuçlar veren bir dünya görüşüdür. O, bu düşüncesini sürekli “hayat inanç ve cihattır” sloganıyla dile getirmiştir.[18]

Benim dünya görüşüm ‘tevhid’tir diyen Şeriati, Müslüman bir aydın ve ideolog olarak karşımızdadır. O entelektüel olmayı sadece bilgi küpü olmakla, basit bir memur olmakla, teknokrat olmakla, bürokrat olmakla aynı görmüştür. Zihinsel bir faaliyet içerisinde olarak entelektüel aydından çok ayrı bir yerde durur. Aydın sorumludur. Halkın yazgısına katılmak gibi bir sorumluluk taşır. Yanmalı ve karanlıkları aydınlatmalıdır. Gerçekleri dile getirmekten kaçınmamalıdır. İnanç ucuzluğuna karşı inatla direnmelidir. Bu sorumlu aydındır. Bu rolüyle hem sorumlu aydın hem de Şeriati’nin kendisi taraftır ve olanın tercümesiyle değil olması gerekenin imkanlarına ve bu yolda verilecek çabaya atıf yapar.

Onun kurmaya çalıştığı sosyoloji bu dinamiklerle normatif[kural ve değer içeren] bir sosyolojidir. Normatif sosyolojisi İslamcı bir sosyolojidir. İslamcı sosyolog kimliğini asla gizlemeyen Şeriati, toplumda ve dünyada yanlış gidenleri eleştirir ve İslami idealleri uğrunda olması gerekenleri yüksek sesle söyler. O ilmi namusunu elden bırakmadan olanı anlamaya, tanımaya ve tasvire önem verirken asla çelişkiye düşmez. O namuslu bir aydın olarak tanımlamaktan önce tanımaktan yanadır. Bu konuda eleştiri konusu yapılamaz. Bu düzlemde toplumdaki çelişkileri anlamaya dönük olarak da diyalektiği çözümleyici bir yöntem olarak kullanır. Olanı böylece tanımlayan Doktor Şeriati, olması gerekeni tanımlarken tevhidi bakış açısını gizlemez ve bu muvahhid dünya görüşüne aykırı bulduğu insani, toplumsal ve tarihi çelişkileri eleştirir. Bilinçli, bilgili ve inançlı bir aydın olarak Şeriati bilim için bilim, sanat için sanat yapan insanları acı bir gülümsemeyle eleştirir. Bu noktada o tarihsel fonksiyonunu icra ederek, İslami sosyolojiyi savunan bir entelektüel olmak yerine, İslami sosyolojiye İslamcı sosyolog olarak işlevsellik kazandıran sorumlu ve ideolojik bir aydın olmayı seçmiştir.

Ona göre İslam-Bilim tahsil edilmesi gereken bir kültür ve bilimler dizgisi değil, duyumsanması, yaşanması, bedenen ve ruhen sahiplenilmesi gereken bir varoluşsal çabadır. Bu tanımak çabasıdır. Bilmek ile anlamak ve tanımak ayrı şeylerdir. Her bilen anlamaz. Dolayısıyla bizim sadece bilmeye değil anlamaya ve tanımaya ihtiyacımız vardır. İslamcı sosyoloji toplumu analiz edip bilmekle yetinmemelidir. Onu tanımak ve anlamakla sorumludur. Bu düşüncelerle Şeriati, pozitivist mekanistik ve niceliksel bilim anlayışını reddederek, ‘anlama’yı merkeze alan niteliksel bir bilim anlayışının taraftarı olduğunu gösterir. Ona göre her sorumlu aydın bildiğine katılarak onun içerisinde tarihsel rolünü oynayarak ancak gerçek anlamda bir tanıma ve anlama eylemini gerçekleştirebilir.[19]

Şeriati her toplumun itikadi alt yapısına uygun bir algılama şekli olduğunu, Müslümanların inancının temelini oluşturan tevhidin de sadece kişinin kendisini ve ait olduğu toplumu anlama biçimi değil, bilimsel ve sosyolojik olarak da bütüncül bir anlama çabasının temel dinamiğini oluşturduğunu söyler. Bu yönüyle tevhid, indirgemeci ve parçacı anlayış değil kuşatıcı ve anlama merkezli bir dünya görüşüdür. İnsanı, kainatı, toplumu ve varlığı indirgemeci, parçacı, dağınık ve çatışmacı bir değerlendirmeye tabi tutan şirk ideolojisine karşı tevhidi varoluş ve muvahhid dünya görüşü savaşmak zorundadır. Tevhid, şirk, yaratılış, varoluş gibi dini ve teolojik olarak görülen kavramlar Şeriati’nin dilsel devriminden geçerek bilim felsefesi ve İslam sosyolojisinin popüler kavramlarına dönüşürler. Bu, sosyolojisinin temellerini kurmada gösterdiği dilsel ve kavramsal başarıdır.

Tevhidi Fenomonoloji: Ayet ve Sünnet

“Tevhid, bütün Varlık’ta evrensel bir vahdet olduğunu gösteren özel bir dünya görüşünü temsil etmektedir. Bu muvahhid dünya görüşünde, varlığın iki izafi yönü vardır: Görünmeyen ve görünen. Bu iki deyim, şimdiki kullanımda ‘algılanabilir’ ve ‘algı-ötesi’ne tekabül eder. Bu, insana ve onun bilgi edinme araçlarına göre yapılmış izafi bir sınıflamadır; bir tür düalizm veya ikiye bölme anlamına gelmez. Bu bölme, aslında ontolojik değil, epistemolojik bir bölmedir”[20]

Algılanabilir olanı ve algı ötesini açıklamak için Şeriati Kur’ani iki kavramı kullanır. Bunlar ayet ve sünnet kavramlarıdır. Diğer kavramlarda olduğu gibi bu kavramlarda da yaptığı anlam genişletmesi ve inşasıyla Şeriati, teolojik düzeyden sosyolojik ve bilimsel düzleme geçiş yaparak, dikey inşayı yatay düzlemde genişletir. “Muvahhid dünya görüşünde tabiat[görünen dünya], işaretler[ayat] ve kurallar[sünen] dizilerinin birleşmesinden oluşmuştur. Tabiattaki oluşlar için ‘işaret’[ayet] kelimesinin kullanılmış olması, son derece anlamlıdır. Okyanuslar, ağaçlar, gündüz ve gece, dünya ve güneş, zelzele ve ölüm, hastalık, gündüz ve gecenin birbirini kovalaması, tabiat kanunları, hatta insanın kendisi... bunlar hep işaretlerdir. İşarette ‘gösterme’ ve ‘belirtme’ vardır. Bu da, bugün yalnızca fizikte değil, nesnelerle uğraşan bütün bilimlerde kullanılan ‘fenomen’ kavramıyla eş anlamlıdır. Fenomen, Farsça’ya pedid veya pedidar, Arapça’ya da zahir diye çevrilir. En genel anlamda fenomonoloji, mutlak gerçeğin temelinin ve özünün, bizim kavrayışımızın ötesinde olduğunu kabul etmeye dayanır. Deneylerimizle, akıl yürütmelerimizle, sezgimizle edinebileceğimiz bilgiler, ‘görünüş’lerdir; varlığın kendisi değil. Bilgilerimiz, görünmeyen, algı-ötesi temel gerçekliğin kabuğuna, algılanabilir ‘görünüş’lerine aittir”… “Kısacası bilim, varlığın işaretleri ve belirtileriyle uğraşır. Çünkü algılanabilen tabiat, bu işaret ve belirtilerin karışımıdır.”[21]

“Bütün din, bilim ve felsefe kitapları içinde, tabiattaki nesneleri, olayları ve süreçleri ‘işaretler’ olarak adlandıran, sadece Kur’an’dır.” … “…Kur’an, ‘işaret’lere olumlu, bilimsel bir değer verir; onları kuruntular veya gerçeğin üstünü örten perdeler gibi görmez. Tam tersine, onlar gerçeğe işaret eden belirtilerdir. Gerçeğe ulaşabilmek için, onları görmezlikten gelip bir kenara itmektense, ciddi ve bilimsel bir yaklaşımla üzerlerine eğilmek gerekir.”[22]

Şeriati’nin sosyolojik düşüncesinde sosyal felsefe, tarih, sosyoloji, antropoloji, fenomonoloji iç içe bulunmkatadır. Bu sebeple o aslında praxisi önceleyen İslamcı bir sosyoloji kurmaya çalışmıştır. Bu normatif sosyoloji tarafsız değildir. Onun için sosyolojinin klasik tanımları, öncülleri, içeriği, metodolojisi sistematik biçimde Ali Şeriati’de yoktur. Bu yönüyle o bütüncül bir ideolog olmamakla, bütüncül bir sosyolog olmamakla eleştirilmiştir.[23] Bu klasik akademisyen bakışıdır. Ali Şeriati’nin hayatı onun İslam’la, sosyolojiyle, toplumla, tarihle, insanla kurduğu ilişkinin mahiyetini yeterince açıklar. O işlevsel olmayan, itikadi altyapısını tevhidin oluşturmadığı, bilmekten anlamaya ve tanımaya ulaşmamış hiçbir bilgi, deneyim ve malumatı değerli saymamaktadır. Bilimsel disiplini bütüncül olarak kurmayı değil, zamanın ve mekanın ruhuna uygun bir konumlanışı öncelemesi onun akademisyenlerce eleştiriye tabi tutulmasına neden olmuştur.

O kavramları İslamileştirmekle kalmamış, o kavramlara yeni bir içerik ve anlam dünyası kazandırarak, kavramlarla oluşturduğu dilin hayata müdahil olmasını gaye edinmiştir. Bunu yaparken diğer bir taraftan da kavramsal çerçevesini İslamcı sosyolojisini bir takım toplumsal modellikler üzerinden somutlaştırmıştır.

Tarihin Yapıcıları Olarak Sosyolojik Prototipler: Ali, Hüseyin, Ebuzer, Zeynep, Fatıma

Kavramlara yeni anlamlar yükleyen Şeriati, diğer taraftan da, peygamberin ashabından bazı kişilikleri de toplumsal rolleri açısından öne çıkararak onları modeller olarak tarihin ve toplumun yapıcıları haline getirir. Ali, intizarın ve itirazın, Hüseyin, emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkerin, Hüseyin’den geriye kalan olarak Zeynep mesajın taşıyıcısı ve misyon yüklenicisi, Ebuzer toplumsal adaletsizliğe, adil olmayan paylaşıma itirazın temsilcili, Fatıma ideal kadın örneği olarak prototipleştirir. Bunun yanında Ammar gibi, Hür gibi, Malik bin Eşter gibi, Kabul Ahbar gibi, Muaviye gibi, Yezid gibi, Amr bin As gibi bir çok kişi olumlu ve olumsuz prototipler olarak karşımıza çıkar. Bu tipler tevhid ve şirkin sosyal zeminde açılımlarını ifade eden ‘ıslah’ ve ‘ifsad’ ameliyelerinin temsilcileri olarak karşımıza çıkarlar.

Aktif ve canlı din, hem kavramsal olarak hem de prototipler üzerinden sosyolojinin temel dinamiği haline getirilirken, canlılığını kaybetmiş, mescidlerin köşelerine, risalelere, mersiyelere, tesbihe ve bir takım şekillere indirgenmiş İslam’ın gerçekten halkın afyonu haline geldiği işlenir.

Bu anlamda içtihad, direniş, bilgi ve inanç dini, tarihsel olarak inançsızlık, bilgisizlik, kölelik ve tembellik dinine karşı savaş halindedir. Bu “dine karşı din” savaşı olarak tarihin dinamik gücünü oluşturur. Bu Ebuzer’in dinine karşı Mervan’ın dininin savaşıdır. Ali’nin dinine karşı Muaviye dininin savaşıdır. Hüseyin’e karşı Yezid dininin savaşıdır. Ali şiasına karşı Safevi şiasının savaşıdır.

Şeriati’nin dini sosyal bir vakıa olarak hayatın her alanına müdahale eden, kutsal bir evrende sınırlanamayan dindir. Bu açıdan sömürüye karşı savaşmayı emreden bir din olduğu gibi Medine’nin hurmalıklarında ağlamayı da öğreten bir dindir.

Bu dinin tarihsel temsilcisi Habil’dir. Habil’in babası olan Adem’dir. Adem’in varisi Hüseyin’dir. İbrahim’dir. Musa’dır. Dolayısıyla Şeriati’de sadece İslam peygamberinin arkadaşları ve yakınları üzerinden değil aynı zamanda peygamberler tarihinden, tevhid tarihinden bir çok önder, öncü ve peygamber üzerinden dinamik bir din, aktif ve müdahaleci bir İslamcı sosyoloji kurgulanır. Bütün bu şahsiyetler adeta tarihsel rollerini ikinci defa oynamak üzere metinlerde yeniden canlanır ve şirkin, tuğyanın, ifsadın, sömürünün, zulmün sesini kısmak için tevhid ilkelerini haykırmaya başlarlar.

Tarih Felsefesi: Yarının Tarihine bakış

İnsanlığın tarihsel ilerleyişi doğrusal ve dairesel olmak üzere iki seyir takip etmektedir. Değerler sıkalası dairesel, olgular sıkalası doğrusal ilerlemektedir. Bir nevi tarihin işleyişi “dönerek yürümek” durumudur. Olgular dünyasında dünya toplumlarının Tarım, Sanayi, Bilgi-İşlem dalgalarıyla sıçrama yaptığı tezi doğrudur.

Ancak bu durum değerler dünyası için geçersizdir. Çünkü değerler dünyası çembersel bir dönüşüm yaşamaktadır. Yani insanlık sürekli yeni buluş ve aletlerle doğrusal olarak ilerlerken ve bunun geri dönüşü olmazken, hak, adalet, ahlak gibi değerler dünyasını oluşturan alanda sürekli geri dönüş, kaybedileni arama, bir süre ilerleme sonra tekrar geriye dönüş ve unutulanı yada kaybedileni arama serüvenin, yaşamaktadır.

İslam’ın vurgusu da daha çok değerler dünyasına olur. İslam tarım toplumuna da, sanayi toplumuna da, bilgi toplumuna da hep aynı mesajı iletir. Tarihin sürükleyici dinamiği de “değerler çatışması”dır.

Şeriati, tüm toplumların yükselme ve gerileme süreçlerini yaşadıklarına inanmaktadır. Tarih, toplumları zaman içerisinde değiştirmektedir. İnsanların ise ait oldukları toplumu değiştirebilecek, geliştirebilecek, yeniden biçimlendirebilecek gücü vardır. İslam aleminde bunun yolu içtihaddan geçer. “Her birey, toplumun çekirdek ideolojisine göre katetmekte olduğu yolda, ictihad kurumundan aldığı ışıkla aydınlanmayı kendisine görev edinmelidir.”

Şeriati’ye göre insan, sürgün edilmiş bir tasarımdır; zıtların bir araya gelmesidir. Diyalektik bir olgu olarak “Allah-Şeytan”, “Ruh-Balçık”tır; kendi yazgısını oluşturan özgür iradedir; sorumlu, yükümlü… cennetten kovulan ve bu doğa çölüne düşen insan aşk[Havva], akıl[şeytan] ve isyan[yasak meyve] dan oluşan üç çehreye sahiptir.[24]

“Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki devinimidir. İnsan türüyse “küçük dünya”dır; varlığın en yetkin görünümü, yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmıştır; onun çizgisinde evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.”[25]

Tarih karşıt kutuplar arasındaki çatışmaların hikayesidir. Bu Habil ve Kabil’in çatışmasıyla başlamış dinamik bir süreçtir. Bu diyalektik çatışma sosyolojinin en muharrik gücüdür. İnsanlık tarihi bu sosyoloji üzerine kurulur. Hak batıl savaşı budur, tevhid şirk savaşı budur, iman küfür savaşı budur. Bu savaş itikadi ve inançsaldır. Salt ekonomik bir savaş değildir. Üretim ilişkileriyle açıklanacak kadar inançtan yoksun değildir.

Tarih felsefesi üzerine Şeriati’nin yazdıkları ve söyledikleri, din sosyolojisi veya İslam sosyolojisi bağlamında en önemli katkıyı oluşturur. Çünkü bu katkı, İslam sosyolojisini anlamlandırmak için, dünü yapanın, dünün toplumsalına hükmedenin, hüküm süren yasaların mahiyetlerinin dünden yarına neyi taşıyabileceğinin anlaşılması açısından son derece hayatidir.

Şeriati’nin tarih felsefesinde insan, ilahi belirlenim ve maddi belirlenimin etkisinde diyalektik bir çatışmadan geçerek tarihin yapıcı öznesi olur. Tıpkı dinlerin birbiriyle savaşmasına paralel olarak Şeriati’nin insanında da çarpışan özler bir arada insanda toplanır. Şeriati çift kutuplu bu diyalektik sürecin hem insanda hem de tarihsel süreçte işlediğini belirtmiş bunu da Kur’an’dan öğrendiğini belirtmiştir. Habil ve Kabil kıssası bunu anlatmaktadır.

Onun tarih felsefesinin iki önemli özelliği vardır. Bunlardan birincisi diyalektiğin tarihsel bir yasa olarak varlığının kabulü, ikinci olarak da alt yapı ve üst yapı kavramlarına kazandırmaya çalıştığı İslami içeriktir. Toplumsal yapıdaki ilişkilerin itikadi alt yapıdan kaynaklandığını söyleyerek, üretim ilişkilerinin alt yapı olarak üst yapı kurumlarını belirlediğini söyleyen Marxist bakış açısından ödünç bir kavram almaktadır aslında. Burada tarih felsefesi ve toplum bilim incelemelerinde ana gövdeyi kuran Şeriati yorumlarında ve açıklamalarında Marxist teoriden de oldukça yararlanmaktadır. Bu onun burjuva sosyolojisini reddeden bir partizan olmasından kaynaklanmaktadır. Marxizm’den işine yarayacak, kullanabileceği kavramları almaktan çekinmemiştir.

Sonuç

Şeriati duygulu bir yürek, coşkun bir zeka idi. Sorumlu bir aydın, bilinçli bir ideolog idi. Onun İslam sosyolojisi, İslam tarih felsefesi üzerine düşünceleri, yazdıkları ve söyledikleri bugün için büyük bir anlam ifade ediyor. Zor bir zamanda zor altında yaşadı. Zer, zor ve tezvire karşı savaştı. Bu savaşımı, teorisini kurmaya çalıştığı pratik, hayata müdahale eden, sorumlu, bilgili, bilinçli, itikadi bir alt yapı üzerine kurulmuş muvahhid bir dünya görüşünü ifade eden İslamcı Sosyolojinin kurulması savaşımıydı. Kuramsal ve eylemsel bir bütünlük oluşturma çabası onun hayatının şahitlik ettiği bir vakıadır. Bunu yaparken aceleyle yapıyordu, baskı altındaydı, yangın vardı, fikri, ameli ve siyasi bir kavganın içerisindeydi, muhatapları çok çeşitliydi, öğrenciler, mollalar, aydınlar, dindarlar, laikler, batıcılar ve halk kitleleri onun söylediklerine kulak veriyordu ve her kulağa ses olmak, her kulağa işittirmek gibi bir zorluğu yaşıyordu. Zaman zaman karşıtını karşıtın görüşleriyle ilzam etmek gerekiyordu. Bu çaba masa başında verilen bir çaba değildi. Hayat akıyor, toplum değişiyor, bu değişime karşı durmak gerekiyordu. İslam yeniden nasıl ayağa kalkabilirdi?

Bu konuda açtığı yol çok önemlidir. Onun devrimci söylemi ve çabası, tıpkı Seyyid Cemaleddin gibi, İkbal gibi, Abduh gibi, Malik bin Nebi gibi ‘öze dönüş’ ve ‘ıslah’ çabalarının önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Bu dertlerle yazdı, konuştu ve yaşadı. 44 yaşında aramızdan ayrıldı. Bu kadar kısacık ömre büyük bir düşünsel ve ameli pratik sığdıran bir adamın eksikleri ve hataları elbette olacaktır. Asıl olan bu mirasın ileriye taşınmasıdır. Tıpkı onun söylediği gibi. Hüseyin kanı taşımıştır. Zeyneb ise kalarak mesajı taşımıştır. Bu ikisinin dışında kalmak Yezid’in istediği şeydir. Onun mirasını anlamak ve ileriye taşımak bugünün Müslümanlarının üzerine düşen bir görevdir.

Şeriati devrimden çok kısa bir süre önce öldü. Onun felsefi, dini ve sosyolojik düşüncesinin praxisi henüz nihayete ermemişti. Sosyolojik düşüncesinin nasıl bir devrime, devrimden sonra nasıl bir dönüşüme, bürokrasi karşısında nasıl bir konuma düşeceğini göremeden aramızdan ayrıldı. Düşünsel olanın pratik alana ne ölçüde aktarılabileceğinin sınanmasını tam olarak göremedi. O aslında bir son ders daha verdi bize: o ders ise, İslam sosyolojisinin ilkelerinin ancak İslami mücadele süreci içerisinde ortaya çıkarılabileceğidir.[26]

 

 


[1]İlyas Ba-Yunus, Ferid Ahmed, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1986, s.22, Çeviri: Rıdvan Kaya

[2]Kadir Canatan, İslam Sosyolojisi-Tarihsel ve Çağdaş Birikimin Değerlendirilmesi, Beyan Yayınları, İstanbul, s.173-176

[3]Dr. Abdülkerim Suruş, Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması ve Dr. Ali Şeraiti, Kıyam Yayıncılık, Ankara, 1989, s.10-12, Çeviri: Sabah Kara

[4]Gulam Abbas Tavassuli, İsfahan Üniversitesi Başkanı, Ali Şeriati’nin İslam Sosyolojisi kitabına yazdığı önsözden. Bakınız: Ali Şeriati, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.15-16

[5]Mustafa Yılmaz; Dine Karşı Din, Ali Şeriati, Bilge Adam Yayınları, Van, 2005, kitabına yazılan önsözden.

[6]A.g.e.

[7]Ali Şeraiti, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.37, Çeviren: Kamil Can

[8]http://www.aliseriati.com/kitaplar.php?Makale_id=9&Kat_id=21Mustafa Yılmaz, Ali Şeriati’nin Mirası ve İslam-Bilim’e Aşina Olmak

[9]Kadir Canatan, Bilimde Yeni Arayışlar Çerçevesinde "İslam Sosyolojisi"nin Temellendirilmesi,Köprü Dergisi, Bilim ve Din, Kış 2005, Sayı.89

[10]Ali Şeraiti, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.38-39, Çeviren: Kamil Can

[11]Ali Şeraiti, İslam Bilim, Cilt 1, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992, s.31

[12]Ali Şeriati, Toplum Bilim Üzerine, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1985, s.43-44

[13]A.g.e, s.44-45

[14]Ertuğrul Cesur, Dr.Ali Şeriati, İslam Bilim ve Bir İdeoloji Olarak İslamcılık, Bakış Yayınları, İstanbul, 2007, s.160

[15]Ali Şeraiti, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.97, Çeviren: Kamil Can

[16]Hamid Algar’dan aktaran, İlyas Ba-Yunus, Ferid Ahmed, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1986, s.54, Çeviri: Rıdvan Kaya

[17]A.g.e. s.54

[18]Ali Şeraiti, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.41, Çeviren: Kamil Can

[19]Kadir Canatan, Bilimde Yeni Arayışlar Çerçevesinde "İslam Sosyolojisi"nin Temellendirilmesi,Köprü Dergisi, Bilim ve Din, Kış 2005, Sayı.89

[20]Ali Şeraiti, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.98, Çeviren: Kamil Can

[21]A.g.e, s.99

[22]A.g.e, s.100

[23]Mustafa Tekin, Doç.Dr, Din Sosyolojisine Katkıları ve Zaafiyetleri Bağlamında Ali Şeriati, SÜİFD, Sayı: 29, s.49

[24]http://www.aliseriati.com/kitaplar.php?Makale_id=10&Kat_id=21, Mustafa Yılmaz, Tarih Felsefesi’nin Kuruluşu yada Yarının Tarihine Bakış

[25]Ali Şeriati,, İslam Bilim 1, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992, s.69

[26]İlyas Ba-Yunus, Ferid Ahmed, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1986, s.55, Çeviri: Rıdvan Kaya