Kitap Adı:Ali Şeraiti Üzerine (Bir Oturum)
Yazar:(Katılanlar: Mehmet ÇAĞLAR, İbrahim KOZAK, Mustafa TAHİR)
Yayınevi:Bir Yayıncılık
Çeviren: -
Sayfa: 82
Baskı:1.Baskı
Yıl:Eylül 1984
Yer:İstanbul
Boyut:10x17cm
ISBN: -
Ali Şeraiti üzerine 1984 yılında Türkiye’de yapılmış bir oturumdan oluşan bu önemli metinden bir çok okuyucu haberdar değildir. Tartışmaya katılanlar Mehmet Çağlar, İbrahim Kozak ve Mustafa Tahir’dir. Bu kişilerden özellikle Mustafa Tahir Doktor Şeriati’yi bizzat dinlemiş ve eserlerini kendi dilinden okuma fırsatı bulmuştur. Bu açıdan da önemlidir. Oturumu Mehmet Çağlar yönetmiştir. Metin, yayın hayatımıza önemli eserler kazandıran fakat yayıncılık faaliyetine uzun süre önce son veren Bir Yayıncılık tarafından küçük bir kitapçık halinde Eylül 1984 yılında yayınlamıştır. Biz Ali Şeraiti mektebinin değerli okuyucuları için metni gözden geçirerek yeniden yayına hazırladık. Dileğimiz o ki Aziz Doktorun anlaşılmasına biraz daha katkıda bulunmuş oluruz.
[Yayına Hazırlayan: Sevda Yazar]
Kitabın tam metni:
ÇAĞLAR: Dr. Ali Şeriati bir sosyolog, bir düşünür. Eserleri çeşitli dillerde yayınlandı, yayınlanıyor. Bugün kendi adına kurulan bir vakıf var, ölümünden sonra kuruldu, bütün eserlerini çeşitli dillerde yayınlıyorlar. Türkiye’de de bazı kitapları yayınlandı. Kitapları hem bilimselliği, hem düşünce yoğunluğu ile gündemde.
Düşüncenin boyutlanması, hareketlilik kazanması için tartışmalar gereklidir. Bu yapılmazsa donmalar, donukluklar olur; dogma şeklinde kabuller yaygınlaşır. İşte bu konuşma, ir tür, kısa hayatında bu denli eser veren çok yeni, orijinal bir yöntem ve öz getiren; hem sosyal bilimlere hem de pek çok İslami konu, kurum ve terimlere yeni yorumlar kazandıran bir düşünür üzerinde eldeki imkânlar çerçevesinde bir değerlendirme olacaktır. Amaç, Şeraiti ve düşüncesi üzerinde bir tartışma açmaktır. Esasen gündemde olan bir konuya çeşitli yaklaşımlar getirmektir. Şeriati’nin düşünce ve eylemini bir söyleşi çerçevesinde daha berrak çizgilerde yakalamaya çalışmaktır.
Sayın Tahir, siz Ali Şeriati’yi daha yakından tanıdınız. Bizzat dinlediniz. Eserlerini kendi dilinden okudunuz. Benim ilk sorum; Şeraiti denildiğinde sizdeki ilk çağrışım, kafanızda ilk canlanan nedir?
TAHİR: Benim görüşüme göre Şeriati en başta şu yönü ile ele alınmalıdır; Ali Şeraiti merhum İslamiyet’e yeniden hayat vermek ve gerçekten yeniden en canlı şekilde algılamak için çalışmıştır. Hayatını o yola koydu ve onu bize bu espri içinde tanıtmaya çalıştı. Kendi ilmini, marifetini, malını, hayatını, canını Allah’ın buyurduğu gibi o yolda vakfetti. Ve Allah’ın rahmetine de kavuştu.
ÇAĞLAR: Burada benim sormak istediğim, size göre ilk özelliği. Sayın Dr. Kozak, siz bir sosyal bilimci siniz, daha çok kendi sahanızda sormak isterim, fakat burada ilk soruyu size de aynen yöneltmek istiyorum.
KOZAK: Şeraiti, İslam ve çağın problemleri üzerinde düşünen, kafa yoran genel anlamdaki İslam düşünürlerinden çok farklı, ayrı bir tip. Onu iyi anlayabilmek için, bu farklılığı fark etmek ve kendisini bütün boyutlarıyla kavramaya çalışmak şart. Şeriati’de yepyeni bir meselelere yaklaşım, tahlil metodu, çok değişik bir düşünce tarzı, kafa yapısı ve eşsiz, kendinde özgü bir üslup buluyoruz. Belli bir konudaki görüşlerini okumaya başlarken, adeta sizi gittikçe dozu artan bir elektrik akımı, içinde bulunduğunuz statik düşünce ortamından kurtarmak ve uyandırmak için sarsıyor, silkeliyor ve kendinizi bekli de o zamana kadar hiç denemediğiniz düşünce dünyalarında; zengin ve engin tefekkür deryalarında buluyorsunuz. Ona ve eserlerine büyük bir çarpıcılık, renklilik ve etkileyicilik kazandıran bu özelliğin sırrı kanaatimce burada yatıyor. Varlık ve düşünce âlemine hâkim olan sonsuz bir diyalektik akışın o kadar farkında ve şuurunda ki; İslam’ın özünde ve Kuran-ı Kerin’de de sık sık rastlanan bu diyalektik yaklaşım onda, yapay, özel bir çabayı, zorlamayı gerektirmeksizin pek doğal ve günlük bir düşünce yöntemi, düşünce alışkanlığı olarak yer etmiş. Çağdaş olmak isteyen, ulaştığı sonuçlar eskise de yaklaşımları eskimeyecek her düşünce ve her düşünce sisteminde kaçılmaz olarak bulunması gereken bu vasfın, onda, onun düşüncesinde ekmek yemek, su içmek kabilinden her günkü rutin işler gibi; fazla bir çaba ve zorlama gerektirmeksizin tabii bir akış içinde tecelli etmesi, özellikle sosyal bilimlerle uğraşan bir düşünür için imrenilecek bir mazhariyet olsa gerek.
En belirgin özelliği, geçmiş çağlarla kıyaslanması mümkün olmayan bir ölçüde değişiklik, yenilik ve buluşlarla konu olan çağımızın idrakine, İslam’ı, ancak diyalektik düşünceyi bu kadar özümseyen bir kafa en orijinal ve çekici bir şekilde sunabilirdi. İşte Şeraiti, bu çok yüce işi başarabilme onuruna erişmiş, bu yolda ömrünü harcamış sayısı pek az, seçkin kişilerden biridir. Kendi deyimiyle, asırlarca “tarihin kuyusunda tutsak bırakılan” İslam düşüncesine, Şeraiti esasen, potansiyel olarak İslam’ın özünde var olan yepyeni bir canlılık, hareketlilik ve dinamizm getirmiştir. Çağlar boyu, daha çok düşmanlarınca değil, kendi fanatik ve kavrayışı kıt mensupları tarafından “koruma” ve “kollama” bahaneleriyle önüne dikilen setlere zamana ve insanlara açılması önlenen ve içinde –aslında onun özüyle bağdaşmayan- yosunların ve kurbağaların oluştuğu İslam düşünce gölü; aslında Şeriati’nin elinde yeniden doğan, tazelenen coşkun bir ırmak, bir çağlayan; sonsuz ve ardı arkası gelmeyen dalgaları, beşer idrakinde her an değişik ve yepyeni izler ve sesler bırakan hayat dolu bir deniz haline gelmiştir. Ve özünde mevcut olan bu diyalektik yorum ve yaklaşıma elverişli özellikleriyle İslam, bu mahir düşünce üstadına, ilim sanatkârına ne kadar da çok malzeme vermiştir.
İslam’ın ilk devirlerinde, insanların İlahi vahyi benimsemelerinde en büyük engeller olarak karşımıza çıkan gelenekçiliğin, tutuculuğunu: kendinden öncekilere ve onların telkinlerine, öğretilerine düşüncesizce tutsak olan ecdatperestliğin, tarihine tapıcılığın izlerine geniş ölçüde rastlanan; bütün dünyası raflardaki eski kitaplardaki bilgileri nakletmekten ibaret olan, onlardaki düşünce metodunu ve kendi çağlarının dinamikleri içinde sorunlara yaklaşım tarzlarını anlamaya çalışmaktan ziyade kuru bilgileri aktarmak rahatlığının, rahatlığına ve bilgiçlik tavrına kaptıran geleneksel İslam uleması tipiyle Şeraiti’yi şöyle bir yan yana koyun, demin söylediklerimizin fazla mübalağalı olmadığını görecek ve bana hak vereceksiniz. Şeriati’yi bu kadar farklı yapan, onun vardığı sonuçlar, ulaştığı çarpıcı tespitlerden çok, düşünce yöntemidir ve esasen “düşünce yöntemi” bu kadar önemlidir. Şeraiti bu notayı eserinde şöyle vurguluyor: “Doğru düşünce olmadan doğru bilgi, doğru bilgi olmadan doğru inanç olamaz.” Bu şekilde, doğru düşünceye dayalı doğru bilgiden, çağdaşlıktan, çağdaş senteze ulaşmayı sağlayacak dinamizmden yoksun; yüzeysel, kitabi “sadece günlük ibadetlerin şekle ilişkin ayrıntılarına yönelik” kuru bilgi ve inançların çok geçmeden fanatizm ve batıl inançlara dönüşerek insanları ve toplumsal yapıyı olumsuz yönde etkileyeceğini çok iyi tespit etmişti. Bu tespitte, İslam dünyasının asırlardır süren sükûtunun ve şu andaki göz yaşartıcı durumunun da bir açıklaması yatmaktadır sanırım.
ÇAĞLAR: Sayın Tahir, yine Ali Şeriati’yi daha yakından tanıyan siz olduğunuz için, hayatını genel çizgileriyle bir özetleyebilir misiniz? Yani, kısa bir biyografi…
TAHİR: Ben bunu, geçen yıl Ali Şeriati’nin hicret gününde bir konuşma yapan Talagani’nin söylediklerini kısmen naklederek anlatmak isterim. Onun özelliklerini çok etkili belirtmişti.
Allah hiç bir toplumu değiştirmez, ancak o toplum kendini değiştirebilir mealinde bir ayet var. O ilk önce kendi nefsini değiştirmeye çalıştı, kendi bakışını değiştirdi. Allah buyurur ki eğer siz kendi nefislerinizi değiştirirseniz kavimler ve milletler değişecek, yeni toplumlar meydana gelecek. Şeriati bunu ele almış ve önce kendini değiştirmiş, der Talagani. Bunu daha iyi açıklamak için onun hayatından bazı detaylı açıklamalar, örnekler vermek istiyorum.
Şeriati 1933’te orta halli bir evde doğar. Babası Horasan’ın Mezinan kentindendir. Babası orada bir hocadır, bir âlimdir. Ondan ders alan, yetişen öğrenciler vardır. Şeriati de, kendi deyimi ile ilk eğitimini babasından almış. Bu arada resmi eğitimini de sürdürür. Babasına çok şey borçlu olduğunu söyler, bu konuda. Öyle ki, 20 yaşında Cevdet’üs-Sühar’ın Ebü Zerisimli kitabını Arapçada Farsçaya tercüme eder. O yaşta o derece mükemmel Arapça öğrenmiştir. Bu çok güzel bir tercümedir, kitap da çok tutulmuştur, bugüne kadar beşinci veya altıncı baskısı yapılmıştır.
Yani, babasının kütüphanesinde kaybolur hep. O kitaplara âşıktır. Dünyası olur kitaplar. Onun en önemli okulu babasının kütüphanesi olmuştur.
Yine orada bir dernek vardır, İslami Hakikatleri Neşir Derneği, orada çalışır aynı zamanda. Bu dernekteki çalışmaları esnasında, babasıyla birlikte ve Tahir-i Ahmet Zade de beraber, tutuklanmışlardır. Bu Tahir-i Ahmet Zade devrimden sonra Meşhed’in valisi olmuştur. Beraberce altı ay tutuklu kalırlar. O zaman 22 yaşındadır. Sebebi ise, sembolik bir makale yazmıştı Şahaleyhine. Sonra Edebiyat Fakültesini bitirir ve bir süre öğretmenlik yapar. Bu yıllarda Meşhed Üniversitesi’nin açtığı sınavda bir Avrupa bursu kazanır, zaten Fransızcası çok iyidir ve Fransa’ya gider 1959 yılında. Paris’te, Sorbon Üniversitesi’nde Sosyoloji öğrenimi görür. Tarih, felsefe, psikoloji alanlarında dersler alır. Bazı ünlü sosyolog ve filozofların yakınlarında bulunur, onlardan faydalanır; Gurwitsch Massignon bunlardandı. Hatta Massignon’un Salman isimli kitabını Farsçaya çevirir. Alexis Carrel’den yararlanır ve onun Dua İsimli kitabını Farsçaya çevirir.
Siyasi çalışmalarına da devam eder Şah aleyhinde. Yazıları orada, Şem müstear ismi ile yayınlanır devamlı. O yıllarda Cezayir Kurtuluş Savaşı devam etmektedir, Şeriati Cezayirlilere destek olur, mücadele eder onlar için. Hatta o zaman, Cezayir’in uzun süre dış işleri bakanlığı yapan Abdulaziz Buteflig ile beraberdir. Bu zat, bakanlığı sırasında İran’da 1975’te tutuklu olan Şeriati’yi serbest bıraktırmak için Şah’a başvurur ve serbest bıraktırır.
ÇAĞLAR: Ali Şeriati Cezayir’e gitmiş mi, mücadelede bizzat bulunmuş mu?
TAHİR: Cezayir’de bulunmamış ancak Fransa’da onlara çok yardım etmiş. Frantz Fanon’la da bu sebeple tanışmış. Fanon üçüncü dünyanın bir büyük yazarıdır, Cezayir için mücadele vermiştir ve Cezayir’de öldü. Fanon, Şeriati’ye bir mektup yazmıştı ve bu mektubunda, bu iş birliğinden bahsediyor. Ayrıca “İslam her şeyden önce batı ve sömürüyle mücadele etmiştir, bunu yaparken de derin yaralar almıştır.” der.
Şeriati, Avrupa’dan geldikten sonra tekrar tutuklanır. Altı ay kaldı zindanda. Çıkınca, Sorbon’da doktora yapmış bu kişiyi üniversiteye almadılar. O da kendi şehrinde, Mezinan’da öğretmenliğe başladı. Bir yandan da yazıyor ve konuşuyordu.
Hz. Muhammed ve sahabe o günün dünyasında az bir kişi iken dünyayı ve bütün insanları değiştirdiler. Ebu Zer gibi, Ammar gibi, Sümeyye gibi, Bilal gibi insanlar yetişmiş o devirde. Bunlar bütün eşrafiyeti ortadan kaldırdılar. Peki, nerede bu insanlar, neden onlara benzeyenler çıkmıyor? Bu İslam’ın yanlışlığından mı, yoksa bizim İslam anlayışımızın yanlışlığından mıdır, hangisi? Neden büyük Müslüman yetişmiyor, neden o devirlerin Hz. Ömer’i, Hz. Ali’si gibi, o devri örnek alan kişiler yetişmiyor? İşte o yıllarda bunları soruyor ve tartışıyordu. Herkese, gerçek Müslümanları, o örnek insanları anlatmaya çalışıyordu. Nedir bu gibi insanların gelmeyişinin sebebi diyordu. Dikkatleri hep bu noktaya çekiyordu.
Bu yıllarda Meşhed Üniversitesi bir ilan verir. O da başvurur ve kabul edilir. Orada derslere başlar. İlkönce dinler tarihi derslerine başladı. Dinin gerçekliğini, insanlık var olalı fıtratında din ihtiyacı olduğunu, zalim kişi ve idarelerin bunu da insanlardan almak istediğini, aldığını açıklıyordu. Her döneme, her topluma bakın, insanların evleri yoktu, fakat tapınakları vardı, ev yapmasalar da tapınaklarını yaparlardı diyordu. Bu insanın özünde, gerçeğinde vardır, biz bu özü keşfetmeliyiz diyordu. Anlatmaya Buda’dan başlamıştı bu nedenle. Çok etkili anlatırdı, Buda’yı anlatırken öğrenciler ağlıyordu, çok etkileyici idi. Buda’yı kendisi de çok seviyordu. Sonra Konfüçyüs’ü ve diğerlerini anlatıyordu. Ki, dinler tarihi konusunda kitapları vardır.
O sırada, Tahran’da Hüseyniyi İrşad açıldı. Halktan bazı kişiler bir binayı aldılar, cami değil de konferans salonu yaptılar. İki bin sandalyeli bir büyük salondu. İsmi de rüşd [aydınlanma] yeri anlamına geliyordu. Orada çeşitli kişiler konferans veriyordu ve Şeriati’yi davet ettiler. Başladı orada konferanslar vermeye.
Şeriati’nin yeni hayatı orada başladı. Önce İslam Şinasi, yani İslam’ı tanıtma şeklinde derslere başladı, haftada bir gün cuma akşamları halk geliyor ve konferansları dinliyordu. Bu konuda hem konuşuyordu, hem kitap yazıyordu. İslam’ın esası nedir, adalet, tevhid, nübüvvet, maad gibi konu ve terimleri ele alıyordu. Bu esasları tanıtmak için çok çalıştı. Derslerine yaklaşık beş bin kişi katılıyordu. Şu soru akla gelebilir; polis neden engel olmuyordu? Olmadılar. Fakat bunu fırsat olarak kullanıp, genç Müslümanlarla Mollaların arasını açmak istiyorlardı. Bunu denediler de. Hatta Savak ajanları camilere gidip, orada burada “Bakın Şeriati Sünnilik ve Vahhabiliği anlatıyor, gidiniz görünüz Hüseyniyi İrşad’da okunan ezanda Eşhedü enne Aliyyül-Veliyullah yok, din elden gidiyor.” Gibi şeyler söylüyorlardı. Fakat halkı etkileyemediler büyük oranda. Her konferans 4–5 saat devam ediyordu, halk sonuna kadar dinliyordu. Şeriati diyor ki: “Benden soruyorlardı, niçin söyleyeceklerini bu kadar hızlı söylüyorsun, başkaları gibi yavaş yavaş, az az konuşmuyorsun, çok hızlı konuşuyorsun.” O cevap veriyordu ki, “Buna vakit yok, vakit bitiyor, siz bilmiyorsunuz, vakit elden gidiyor! Madem her hafta bu saatte buradayım, her ne biliyor ve düşünüyorsam söylemeliyim, gelecek sefere bırakmazlarsa şimdiden hepsini demiş olayım, görevimi yapmış olayım.” O, vakte çok önem veriyordu. Biliyordu ki kendisini böyle bırakmazlar uzun süre. Sonra o konuşmalarda şah’a veya Savak ajanlarına hiçbir şey söylemiyordu. Onların yaydıkları dedikoduları bile cevaplamıyordu. Onlar ne derse desinler, o kendi işini bırakmıyordu. Başkalarının aleyhinde konuşarak vakti öldürmek yerine derslerine devam ediyordu. Ben de orada dinledim kendisini. Çok, pek çok insan geliyordu memleketin her köşesinden. Saf insanlar geliyordu… Köylerden, başka şehirlerden gelirlerdi. Yoksul insanlar, paraları olmadığı halde geliyor ve akşam, gece tekrar dönüyorlardı. O da diyordu ki, “Gençler benim ümidim sizsiniz, siz yoksul gençler, ne paranız var ki paranızla sizi alıp kabul etsinler, ne de elinizden gidecek dünyalık bir şeyiniz var. Ancak imanınız var gençliğiniz var, bu sebeple benim ümidim de sizsiniz. Ve özellikle size, İslam’ı yeniden tanıtmak istiyorum. Peygamberi ve sahabelerini örnek olarak tanıtmak istiyorum. Bütün gücümle bunu yapmak istiyorum. Kimleri örnek almalısınız, bu çok önemli.” Bir defasında şahadet konusunda bir konferans verdi. Aşure günü idi. O, şahadeti çok işlerdi. Konferanstan sonra halk dışarı çıkıp gösteri yapmış ve bazı ölenler olmuş. O, “İslamiyet bir maden gibidir, entelektüel odur ki, bir mühendis gibi o madeni işleye, tesviye ede ve halka vere. Tesviye edilmiş [işlenmemiş] bir şey halkı yanlışa götürür. Bizim, bugünün İslam anlayışı da tesviyeye muhtaç. Şahadeti tam anlamı ile halka veriniz, onlar yollarını bulacaklar. İslam’ın tam anlamını halka veriniz onlar yollarını bilecekler. İslam bu İslam değil ki, hocalarımızın halka anlattığı İslam değil ki. Yine, bu konuda, “Din, Din Aleyhine” konulu bir konferans verdi. Din kendi aleyhine nasıl olabilir ki! İşte bunu kastediyordu.
Fakat bu geniş etkisi Savak’ı korkuttu ki, daha fazla sessiz kalamadılar. Görüyorlardı ki, bu aydın kişi halkı aydınlatıyordu. Mum gibi, kendi yandı, etrafa nur ve ışık verdi. Şeriati’yi yakalamak istediler, ortalıktan kayboldu. Babasını tutukladılar bu defa. Bunun üzerine gelip Savak’a teslim oldu. Babamı bırakın beni tutun dedi. 1,5 yıl hapishanede kaldı. Gerçekten, Allah ona ömür verse de hapishane hatıralarını yazsa idi çok büyük bir eser olurdu. Kendisi bazı yerlerde bazı şeyler anlatmış bu konuda. Diyormuş ki, “Bana ruhen işkence ediyorlardı, hiç fiziki işkence yapmadılar. Dünya Kızılay Teşkilatı’ndan gelip, bana bakıyorlardı, işkence izi bulamıyorlardı. Hâlbuki benim odam işkence odasının yanı idi. Kulağıma 24 saat işkence sesleri geliyordu. İşkence ettikleri kişiler bağırıyordu ve hepsini çok net duyuyordum. Bana işkenceyi bu şekilde yapıyorlardı.” Yine başka bir zaman şöyle bir olay anlatmış: “Bir defasında bir genç kıza işkence ediyorlardı. Ve diyorlardı ki, Şeriati’ye bir küfret, seni bırakacağız o zaman. Devamlı vuruyorlardı kıza, bütün sesleri duyuyordum. Fakat kız bana küfretmedi, işkencelerle şehit oldu. O zaman kendimi çok alçak biri gibi hissettim, çok yıprattı beni. Demek dedim bu gibi insanlar var, bir defa küfretmemek için hayatını veriyor. Düşmana zerrece bilgi vermiyor, yardım etmiyor. Çok etkiledi beni, yetiştirdi bu olaylar.” Yine hapis hayatından şunları anlatmış; “Orada yapılan işkencelerle tedirgindim, çok sıkılıyordum. Hatta birgün öyle bir duruma geldim ki, içimden ajanları çağırıp, gelin ne istiyorsanız söyleyeyim, diyesim geldi. Benden, eski günler için pişman olduğuma dair bir yazı istiyorlardı. Gençliktir, eski günlerde demişimdir, dediklerime pişmanım de, bitsin diyorlardı. O anda hemen namaza durdum. İyice bunaldığım an hemen namaza dururdum. İşkencelerin etkisinden kurtulmak için bunu yapardım. Namaza durdum ve tahiyyata ve selam vaktine geldiğimde gördüm ki ben yalnız değilim. Es’selamü aleyke eyyühennebiyyü verahmetullahi ve berekatühü… dedim, yalnız olmadığımı gördüm. Gerçekten bir Müslüman, akıllı bir Müslüman yalnız olsa selam vermez, mademki ben selam veriyorum, Peygamber oradadır, orada durmuş ben onunla selamlaşıyorum. Es’selamü aleyna ve ala ibadillahissalihin... Selam size ve bütün salih insanlara… onlar da benimleydi. Es’selamü aleyküm verahmetullah, selam bütün tabiata ve insanlığa. Okudum durdum, güçlendim, yalnız değildim. Yeni bir hayat kazandım ve yoluma devam ettim.”
1,5 yıl sonra 1976’da hapisten çıktı. Cezayir eski Dışişleri Bakanı Abdulaziz Buteflig’in teşebbüsleri ile serbest bırakıldı. Şah’ın Irak’la bir anlaşma toplantısına gittiği Cezayir’de, kendisinden bu ıslarla istenmiş ve bu nedenle serbest bırakıldı. Çünkü Şeriati Paris’te iken Cezayir Kurtuluş Savaşına yazısı, düşüncesi ile katılmış, mücadele etmişti. Onlar bunu biliyorlardı. Özellikle Dışişleri Bakanı kendisini yakından tanıyordu.
İşte güzel bazı eserlerini bu hapishane hayatından sonra vermiştir. Zaten konuşmasına izin verilmiyordu. Evinde oturuyordu. Kendisi söylüyor, onu banda çekiyorlardı, sonra banttan yazılıyordu. Görür ki çok verimli çalışamıyor. Çünkü gözaltındadır. Ve hicret etmeye karar verir. Yurt dışına çıkabilmek için kendi şehrinden Ali Mezinani ismiyle bir pasaport çıkartır, onunla dışarı çıkar. O zaman babasına da bir mektup yazar, bu mektubunda “Baba ben bir yeni hayata başlıyorum ve Allah’ın buyurduğu ile amel edeceğim. Kuran’da Allah “Onlar ki Allah yolunda cihat ediyorlar, hicret ediyorlar ve çalışıyorlar; bu yolda ölseler de ecri Allah’tandır.” buyuruyor. Bu sebeple ben de bu yola başvuruyorum.” Sonra Belçika’ya gider. Oradan da Amerika’da tahsil yapan oğlu İhsan’a son mektubunu yazar. Bu mektuptan bazı bölümleri aynen okumak istiyorum:
“İhsan:
Anladığım kadarı ile sona doğru gidiyorum. Kendimde ihtiyarlık ve zayıflığı daha çok hissediyorum. Bu durumum beni kafesten çıkmaya zorluyor. Buna girişince de kanatlarım kırılıyor vücudum kan ve yara içinde kalıyor, nefesim kesilerek düşüyorum. Duvarlar daralıp, tavanlar alçalıp pencereler sıkıştırdıkça, kaygan bir çukura düşmüş bir karınca gibi oluyorum. Dertler çok ağırlaşmış, benim harikulade gücüm tahammül edemez olmuş, dert tanelerini toplamak için sabrım kalmamış ve yine iç dünyamın dışında her şey, bir takım hederler, siyahlıklar, kirlilikler, kötülükler, facialar, musibetler, düşüşler, harabeler, sel, deprem, kıtlık, kölelik, yabancılık, kendinden kopmalık, vesvese…”
“Her neyse şimdilik, yazmak, söylemek, çalışma, sorumluluk, araştırma, önderlik, fikir, ilim, ıslah ve irşad benim için söz konusu değildir. Böyle olunca da yaşamak benim için olanaksızdır. Şimdilik benim için sorun “olmaktır” ki, onda öyle bir sıkışmışım ki, nefes almak bile zor oluyor bana. Yaşadığım her gün bana büyük bir dert olmuştur ki, sadece onu gidermek için uğraşıyorum.
Kendimden çok söz ettim, bir o kadar da inledim. En çok da bu iki işten nefret ediyorum. Bütün bu inlemeler ve söylemeleri belki de, senin nimetleri daha iyi tanıyarak şükrünü ifa edebilmen ve sorumluluğunu daha iyi anlaman için yaptım. Belki de bunu söylemek istedim ki; dertler ve sözlerin çok çoktu, zaman bunları gidermeme müsaade etmiyor. En azından her canlının hakkı olan bir baba ile oğlun dertleşmesi için dertleşme imkânını bile elimizden aldı. Beraber olduğumuz o kısa günlerde bile ben kendimde değildim. Öyle bir günler idi ki ben sadece yaşamak için çabalıyordum. O da ancak kendimi unutmakla oluyordu. Yani kendim olmamalıydım. Yoksa kendimi tanımam imkânsız olurdu ve ben ölürdüm.”
“Herkes gidiyor, mühendis oluyor, doktor oluyor, hukukçu, fizikçi, kimyacı, olup dönüyor. Eğer bir millet bunlardan yoksunsa para ile alabilir ve getirebilir. Bütün aydınlarımız dışarıya gittiklerinde komünist oluyorlar, sosyalist oluyorlar, liberal, demokrat, materyalist, nasyonalist oluyorlar. Ya da olmuyorlar. Aynen mümin ya kâfir, zahid ya da fasid olarak kalıyorlar. Dönerken de dolu bir bavul, diplomalı bir işle geliyorlar, kendilerine veya ailelerine bir yemek lisansı hediye getiriyorlar. Ama bunların hiç birisi ne yeni bir iştir ne de bir derde dermandır.”
Son olarak “Meterleng” in bakıcısına hitaben oğluna yazdığı şiiri, ben de ölüm döşeğimde sana tekrarlıyorum.
“O geldiği zaman
Bu asa, yük ve çarığı ona ver
Ona de ki
Kırk yıl önce ben
Bu asayı elime aldım
Bu çarıkları giydim
Bu yükü omzuma aldım ve yola düştüm
Kırk yıl yorulmadan susuz ve âşık
Yoluma devam ettim
Şimdi yolu buraya kadar geldim
Ve sen oğlum
Şimdi
Asayı eline al
Çarıkları giy
Yükünü omzuna al
Ve bu yolu
Benim kaldığım yerden
Devam ettir
Ve sen de hayatının sonunda..…”
Sanki şehit olacağını kendisi de bilmektedir. Sonra Fransa’ya oradan da İngiltere’ye gider. Hicretinden kırk gün geçmiştir. İngiltere’de bir gece odasında ölü olarak bulurlar. Yatağından yere düşmüş, yüzüstü kapıyı açmak için biraz ilerlemiş, fakat yetişememiş. O zaman Amerika’da bulunan Dr.Yazdi ve Fransa’da bulunan Kutbizade gelirler ve cenazesini Suriye – Şam’da Hz.Zeyneb’in yanında toprağa verirler. Şimdi kabri oradadır. Böylece kendisi kırk beş yaşlarında dünyayı terk etti. Ölümünün esas nedeni bulunamadı. Fakat daha iyi hizmet için gittiği yabancı ülkede onu CIA ve SAVAK’ın takip ettiği bilinmektedir. Ve ölümünün de mutlaka bunlarla ilgisi bulunduğuna inanılmaktadır. Çünkü kendisinin en küçük bir rahatsızlığı tespit edilememiştir.
ÇAĞLAR: Sizin bu konuda söyleyeceğiniz bir şey var mı sayın Kozak?
KOZAK: Ben de bir şeyler eklemeye çalışayım. Çok boyutlu, çok zengin kabiliyetlere sahip bir kişi karşısındayız. Yaratılıştan gelen bir dehanın parıltısını görmek mümkün. Engin bir düşünce genişliğine, zenginliğine sahip bir kafa; buluşçu, orijinal, kabına sığmayan bir zekâ ve bütün bunlara ilaveten de sanatkâr bir ruh. Bakıyorsunuz, bir yerde akademisyen duyarlılığıyla konunun en ince ayrıntılarına kadar inen bir bilim adamı, bir başka yerde örneğin “Hacc” eserinde ise engin bir şair ruhu karşımıza çıkıyor. Bu kadar üstün beceriler çok az kimsede bir araya gelmiştir tarihte. Burada bir örnek vereyim: Uzaktan, düşüncelerinin cazibesine kapılarak, büyük bir idealizmle ve uğruna hayatını adamaya hazır olarak Marx’ın yanına giden ve bir süre onunla beraber çalışarak onu yakından tanıyan bir Alman teğmeni duyduğu hayal kırıklığını çok veciz bir şekilde şöyle dile getirir: “Eğer zekâsına eş bir kalbi, öfkesine eş bir sevgisi olsaydı, hiç düşünmez, onun uğrunda hayatımı seve seve verirdim.” Evet, Şeriati’de zekâsına eş bir sanatkâr kalbi var. Bilginin, düşüncenin, zekânın, yüce bir ruhun, inancın, imanın ve en ince duyguların yüce bir sentezi olan “Hacc” eserindeki kavrayışlar, yorumlamalar, sahasında eşsiz değil mi?
TAHİR: burada sözünüzü kesmek ve bir şey eklemek istiyorum. Şairane hassasiyetinden bahsettiniz, gerçekten, zaten yazdıklarından bu anlaşılmaktadır. Fakat özellikle babasından naklen; bazı zamanlar çok ağladığı söylenmektedir. Hatta eşi bazen gece yarısı odasında onu ağlar bulmuştur. Hassasiyeti çok fazla idi, çok zarifti, şair ruhlu idi. Mesela “Hacc” kitabında bu şiirselliği açıkça görürüz. Hele onu kendi dilinde okumalısınız. Çevirileri asla o şiirselliği vermemektedir. “Hubut” diye bir eseri var. “Sure-i Bakara”dan ismini almıştır. O kitabı okumak için bile şairane bir duyarlılığın alması gerek, olmazsa okuyamazsınız. Ben bu noktayı işaret etmek istedim.
KOZAK: Kabil’in, Firavun’un, Karun’un, Belam’ın ve Hannas’ın kişiliğinde zulme, sömürüye, inançsızlığa duyduğu öfkeyle; Piramitler, Çin Seddi gibi zulüm anıtlarında kamçı ile çalıştırılan, taşıdıkları taşlar arasında ezilen işçilere; zulme uğrayanların piri Habil’e duyduğu sevgiden hangisi daha büyük dersiniz? Onun istismara, zulme karşı duyduğu büyük ve yüce öfkenin hemen ardından aynı derecede büyük ve yüce şu sevgi parıltılarına tanık olmak ne kadar şaşırtıcı! “İnsanlara karşı, Şems-i Tebrizi ve Mevlana’nın duyduğu en derin inanç ve bağlılıklardan başka bir şey duymadım. Onların karşısında dururken, sanki bir güneşin karşısında durur gibi oluyoruz, böylesine büyük onlar!” Hayatının her safhasında ne bütünüyle düşünceye ne de tek başına eyleme yöneldiğini; fikirle, düşünce ile eylemi hep birlikte, iç içe yürüttüğünü gözlüyoruz. Daha lise çağlarında iken hem öğrenci hem hoca pozisyonunda, yani bir taraftan öğrenirken, diğer taraftan da öğretiyor. Çok genç yaşlarda, Şah’ın zulüm rejimine karşı direnenlere katılmış, aktif olarak mücadelenin içine atılmış. Hiçbir zaman, kendisini sadece bir akademisyen olarak görüp, kitapların arasına hapsolup, hayattan kopmamış. Avrupa’ya gittiğinde, yine bir taraftan öğrenimini sürdürürken, diğer taraftan Fransa’da Cezayirlilerin kurtuluş mücadelesine karşı ilgisiz kalmıyor; mücahitlerin Fransa’da yürüttükleri protesto hareketlerine katılıyor.
Gelelim, çevresinin, ailesinin kendisine kazandırdıklarına. Büyük entelektüeller, dehalar yetiştiren bir aileden geliyor. Dedesi, büyük dedesi âlim kişiler. Babası, vakitsiz ölümüyle sağlığında oğlunun yayınlama imkânı bulamadığı eserlerini, yer yer yaptığı açıklamalarla zenginleştirerek yayınlayacak kadar entelektüel bir kişi.
Böyle bir aile muhitinde, onların sağladığı imkânlarla da çok küçük yaşlarda temel dini bilgisini tamamladığını ve Arapça öğrendiğini görüyoruz. Babasının, çevresindeki mahalle hocalarının telkinleriyle şartlandırmak, geleneksel kültürün içerisine hapsetmek yerine onu, zengin kütüphanesindeki kitaplarla baş başa bırakmayı tercih etmesinin de, düşünce zenginliğinde çok önemli payı olduğunu söylüyor. Üniversite öğreniminin ardından Avrupa’ya gidiyor, tahsilini orada sürdürüyor. Burada, önce Fransızcayı, sonra İngilizceyi öğreniyor ve Batı kültürünün temellerini ve çağdaş Avrupa düşüncesini çok mükemmel bir şekilde öğreniyor.
Özetle, çok değişik kabiliyetleri, meziyetleri, imkânları kendisinde toplamış bir kişi. Diyelim son devirde, örneğin, Akif’in şair ruhundaki duyarlılık, toplumunun, insanını ızdıraplarını terennüm edişini; İkbal’deki sanatkâr ruh, felsefi derinlik ve çarpıcılığı; Mevdudi’deki ilim aşkını, ilmi gayreti ve doğurganlığı; Seyyid Kutub’daki mücadele azmini, tavizsizliği ve ölüme gülerek gidecek kadar dava adamı olma özelliğini onda görmek mümkün. Bu hakikaten büyük bir mümtaziyet, büyük bir mazhariyet. Esasen kendisi de bunun ve misyonunun farkında ve eserlerinden birinde, Allah’ın kendisine lütfettiği çok az kimseye nasip olan bu nimetlere şükran duyduğunu belirtiyor.
ÇAĞLAR: Efendim, ben aslında onu etkileyen şartları, etkileyen kişileri, onun eğitim aldığı kişileri ayrı bir soru halinde soracaktım. Fakat sizler konuşmalarınız sırasında kısmen bunu da belirttiniz. Ben yine de bunlara bazı şeyler eklemek ve yine size de sormak isterim. Bunlardan mesela kitaplarında sık sık Mevlana’ya atıflar var. Belli ki Mevlana’dan çok etkilenmiş. Hem İslam düşüncesi yönünden, hem de sanat ruhu açısından etkilendiğini herhalde söyleyebiliriz. Sonra belirttiğiniz gibi Frantz Fanon’dan çok bahseder. Açıktır ki onunla çok görüşmeleri olmuştur, kendisinden etkilenmiş. Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Avrupa’da Cezayir’i savunan, Cezayir için mücadele veren biri de Fanon’dur. Kendisi büyük bir Avrupa düşünürüdür, aslen Fransız’dır, fakat daha sonra Cezayir tabiyetine geçmiştir. Yani Şeriati, bazı konularda Fanon’dan da etkilenmiş diyebiliriz. Çünkü Fanon, hem büyük bir düşünür, hem de ülkesine karşı Cezayir’i savunan, Cezayir’in yanında savaşan bir Batılı’dır. O zaman Cezayir, Avrupa sömürgeciliğine karşı çıkıyordu. Fanon da daima Avrupa sömürgeciliğine lanetlenmiştir. Sadece Cezayir’i de değil, Avrupa’nın Afrika’yı ve diğer ülkeleri sömürmesine, ezmesine karşı koymuş bir aydındır. Ve zannediyorum Ali Şeriati bu yüzden bilhassa onu çok sevmiş.
TAHİR: Şeriati, Fanon’un bir kitabını da Farsça’ya tercüme etmiştir. Bu büyük bir eserdir.
ÇAĞLAR: Evet bu “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabı olsa gerek. Esasen şunu da söyleyebiliriz; belki burada belirtmekte fayda var; doğulu aydın batıyı iyi tanıdığında ve onların bilhassa Doğulu, Asya, Afrika üzerideki sömürgeci baskısını tanıdığından kendi kişiliğini de bir nevi daha iyi kazanmış oluyor. Ali Şeriati’de de belki bunu görmek mümkün. Bundan başka, onun yetişmesinde, tabii herhalde sizler de bu konu üzerinde durursunuz, İran’ın yaşamış olması şüphesiz bir düşünürü yetiştirmede çok önemlidir. Ve ayrıca bir Şii geleneği, Hüseyni gelenekten gelişi belki bilhassa onun mücadele hayatında, hayatının şekillenmesinde önemlidir. Herhalde bu konu üzerinde de durmak gerekir.
Ben bunları belirttikten sonra bir konuyu sormak istiyorum, özellikle Tahir Bey’de sormak istiyorum; Ali Şeriati’nin Talagani ile bir ilgisi olduğunu duymuştuk. Biliyorsunuz Talagani, İran Devrimi sırasında en aktif ve etkileyici din bilginlerinden birisidir. Özellikle, bilginler içinde Talaganı ile bir ilgisi olduğu, ona önem verdiği, ondan faydalandığı gibi kimi şeyler duyulmuştur. Bu konuya bir açıklık getirebilir misiniz?
TAHİR: Ben ilk önce sizin belirttiğiniz Mevlana Celaleddin’le ilgisi konusunda şunları söylemek isterim; Şeriati, çağdaş olarak üç kişiye, elbette Mevlana çağdaş değil, üç kişiye çok önem verir: Seyyid Cemaleddin, İkbal- i Lahuri ve Mevlana… Hatta oğlu İhsan Amerika’da iken ona bir mektup yazmış ve bir tane de Mevlana’nın Mesnevisi’ni göndermiş. Mektubunda da şöyle yazmış;”O Batılı vahşetinde seksüel legendinde sen kendini ancak bununla kurtarabilirsin.” Yani şunu diyordu; O tamamiyle maddiyat dünyasında sen kendine Mesnevi ile bir maneviyat dünyası kurabilirsin. Bu Batı’nın maddiyat yönüne karşı koy, ruhunu sınava çek. Gerçekten Mevlana’nın eserlerine çok önem veriyordu. Diyordu ki; “İkbal kendisi büyük bir insan, İngiliz Kolonisinde yetişmiş bir insan ve İngilizce’yi çok iyi biliyor. Almanca’yı da çok iyi biliyordu. Gutenberg Üniversitesi’nde Hegel’in Felsefesi derslerini vermiştir. Hegel’i Almanlar’dan daha iyi bilirdi. İkbal diyordu ki; bir akşam rüyamda bir ışık gördüm. Bu ışık, bu aydınlık gelince Hegel’in aydınlığı onunyanında hiç oldu. Sonra gördüm ki Mevlana şeklinde bir insan geldi yanıma. Bu rüyadan sonra gittim Mevlana üzerine çalıştım. Yani, İkbal önce büyük bir Hegelist, büyük bir materyalisttir.
Mevlana’nın Mesnevi’sinde bir dize var;
“Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.” Bu tamamen Hegel’in felsefesidir. Böylece, İkbal’i İkbal yapan da Mevlana olmuştur. Ali Şeriati, İkbal ve Mevlana’ya, ikisini de çok yakında tanıyarak yani inceleyerek çok önem veriyordu.
Merhum Talagani ve Şeriati’nin ilgileri neymiş, nasılmış kesin bilemeyebilirim. Fakat, biliyor ki Devrimin bir dokümanı yapılsa üç kişinin en başta önemli yere sahip olduğu tespit edilebilir: Biri Humeyni, biri Talagani ve biri Şeriati’dir. Herkes böyle söylüyor. Ben de bu kanaatteyim. Gerçekten bir devrim olmuşsa, bunların omuzlarında yükselmiştir. Bütün İranlılar biliyor ki Şeriati’nin bu devrimde çok büyük bir yeri ve değeri vardır. Talagani ile Şeriati arsındaki ilgi konusunda şunu söyleyebilirim: Ayetullah Talagani “Kuran’dan Işıklar” isminde bir tefsir yazdı. Ve bu yayınlandı. Bu yeni bir tefsir gerçekten, daha doğrusu değişik bir tefsir. İşte Ali Şeriati, esas fikirlerinin pek çoğunu ondan almıştır. Bu tefsir 5 cilttir. Maalesef hepsini bitirememiştir. Onu da hapishanede iken yazmış. Kendisi diyor ki; “Ben o zaman hapishanede iken tabii mesuliyetim yoktu, zindanda geceleri ve her zaman ayakta o yana bu yana dolaşıp düşünüyordum ve yazıyordum.” Gerçekten böyle idi. Talagani öyle bir kimse idi ki, zindanda iken sırf ona işkence etmek için, şimdi milletvekili olan kızına kendi gözü önünde tecavüz ettiler ve böyle bir ortamda öyle bir eser yazmış, öyle bir eser bırakmış Şeriati’ye. Yine Talagani anlatıyor: “Şeriati hicret etmek istiyordu. Ben de hapisten çıkmıştım. Bir gün evinde oturduk, sohbetimizi gece yarısını geçene kadar devam etti. Bana diyordu ki, benim de söylediklerim tam değildir, yanlışlık olabilir, geliniz, oturunuz, benim yanlışlıklarımı ortaya koyunuz. Tefsir üzerinde konuşuyorduk. Kadir Suresi’nin tefsirine kadar geldik. Ben bir şeyler söyledim, esas olarak fikrimi söyledim, gördüm ki Ali Şeriati, bunu acayip bir şekilde zenginleştirerek bana geri verdi. Ve o gitti kendi “kadr” ine, ben gittim kendi “kadr” ime. Ben gittim yine hapise, O gitti dışarıya ve şehadete. O gitti şehid oldu. Ben de gördüm.” Diyebiliriz ki, birçok fikri önemli oranda Talagani’den almış. Ancak Şeriati pek çok kaynaktan faydalansa de kendisine has bir orijinalitesi vardır. Batı düşüncesini ve doğu düşüncesini çok iyi tespit etmiş, kendine has bileşimler yapmış ve bunun ışığında İslamiyet’i esas kaynağından almış ve aydınlatmış. Kendisinin dediği gibi günümüz İslam anlayışını tesviye etmeye [işlemeye] çalışmıştır.
ÇAĞLAR: Ben biraz önce belirttiğim gibi O’nun yetişmesinde kişiliğinin ve düşüncesinin gelişmesindeki etkenler üzerinde biraz daha duralım isterim. Bunlardan birincisi; İran’ın o günkü şartları nasıl etki etmiştir, bir de kendisinin Şii düşüncesinden gelmesi yani Hüseyni düşünce içinde yetişmesi yine onun mücadele hayatını özellikle hangi yönlerde nasıl etkilemiştir, etkileyebilir? Bu konuda ikinizin de düşüncelerinizi rica edecektim.
KOZAK: Şüphesiz, Şia geleneği, Şia kültürü içinde yetişmiş olmasının, onun şahsiyeti, düşünceleri üzerinde büyük etkisi var. Hz. Ali-Muaviye ihtilafını bizim gibi, bir ictihad farkıyla izah etmeyen ve kendi değerlendirmeleriyle ifade edersek: Emevilerle birlikte hortlamaya yüz tutan Cahiliye Devrine ait müesseselere, düşüncelere [saltanat, kavmiyetçilik v.s.] karşı yılmaz ve tavizsiz bir mücadele veren Hz. Ali ve Hz. Hüseyin tavrını ve hatta daha sonraları belki biraz da fanatik ve romantik unsurlarla beslenen çok keskin ret ve isyan geleneğini onun düşüncelerinde izlemek mümkün. Genellikle, Emeviler, Abbasiler ve daha sonraki devirlerdeki halifelik müessesesine ve uygulamalarına karşı çıkılmadığı, o ölçüde karşı çıkılmadığı ya da zaman zaman tamamıyla destek olunduğu ve kutsandığı için, ehl-i sünnet ekolünde ecdadı tebcil etme, onları ve onların yaptıklarını [İslam tarihini] hep yüceltme; hamasi, romantik duygularla değerlendirme; en fenası da geçmişte yapılanları İslami ölçüye vurma bir yana, onları İslam’ın ölçüsü gibi kabul etmek, “mademki onlar öyle yapmışlar, demek ki İslami olan oymuş” mantığıyla hüküm verilme yoluna gidildiğini görmekteyiz. Buna karşılık Şii ekol, başından beri Hz. Ali ve ehl-i beyit çizgisini takip etmeyen hilafet ve buna bağlı saltanat idarelerine [Aslında Hz. Ali hariç, ehl-i beyt’ten hiç kimse gerçek manada, dünyevi otoritesi de olan bir imamet kuramamışlardır, hatta Hz. Ali’nin hilafeti bile Muaviye’nin saltanatı ile birlikte mevcut olmuştur.] şiddetle karşı çıkmış ve kendi dışında olanların tümüne ret ve kendi içine kapanma yoluna gitmiştir. Hele son imamın da Şii inancına göre göğe çekilmesinden sonra, artık Şii ekolünde dünyevi otorite ile sultanlık ilişkisi tamamen kopmuştur. Bu bağ sonra İran devrimini takiben yeniden kurulmaya çalışılmaktadır ve gariptir, asırlarca sonra ilk defa- tekrar dini temele dayalı bir idareye geçildiği için- ilk defa son devrimden bu yana İran’da Cuma namazları kılınmaya başlamıştır.
Saltanata, dünyevi otoriteleri karşı ortaya koymaya çalıştığım bu karşıt tavır şu bakımdan önemli: Şii görüş, bu uzun dönemde, kendisini hiçbir dünyevi otoritenin, sultanın, hatta İran Şah’larının bile yaptıklarını izah etmek, aklamak zorunda hissetmemiş; Pratik icaplarla teoriyi eğip bükme mecburiyetinde kalmamıştır. Humeyni’nin Türkçeye çevrilen ders notlarında da rastlanabileceği gibi, onların nazarında geçmiş İran Şah’ları mesela Yavuz’la savaşan Şah İsmail de cebbardır, tağuttur. Hâlbuki ehl-i sünnet uleması, İmam-ı Azam gibi nadir istisnalar hariç, genellikle mevcut otoriteyle hep uzlaşma yoluna gitmişler, hatta onun memuru, kapı-kulu pozisyonuna düşmüşler veya böyle olmaya mecbur edilmişlerdir. Böylece, ilmin, teorinin, otoritenin sultası altına girdiği; ulemanın neyin İslami olduğunu veya olmadığını herhangi bir müdahaleden uzak olarak serbestçe ortaya koymak yerine kendilerinin de kapı-kulu oldukları mevcut otoritenin yaptığı şeylere bin türlü tevillerle bir kılıf, izah bulma ve bunların İslami olduklarını, İslam’a aykırı olmadıklarını ispatla, bunları halk indinde aklayıcı ve meşru göstermekle kendilerini görevli saydıkları bir çığır açılmıştır. Nadiren görünen istisnalar hariç, ilim [ilim adamları], saltanat çekişmesinde genellikle sanıldığının ve iddia edildiğinin aksine, maddi gücü elinde tutan saltanat hep baskın çıkmış; ulema ilimlerini mevcut otoritenin emrine ve hizmetine tahsis etmişler, tahsis etmek zorunda kalmışlardır. Bu arada, hemen her devirde görülen ve ilmi, otoritenin emrine vermeyecek kadar aziz tutan pek çok İslam âlimi de selameti kendi tekkesine, köşesine çekilerek, etrafındakilere zinhar sultan kapısına yanaşmamaları tavsiyesinde bulunmuşlarsa da [bu tavır demin işaret ettiğim Şii tavra benzerlik arz ediyor], bunların tesiri çok sınırlı kalmış; mevcut otoritenin hizmetine giden ulemanın öğrettikleri, resmi ilim baskın çıkmıştır. İşte, resmi ilmin ve resmi ulemanın yapılanları aklayıcı çabaları sonucu olarak; çoğunlukla belki de İslam için övünç vesilesi olmaktan ziyade, İslam tarihini gerçek yüzüyle göremiyor, bir takım hamasi, romantik duygular, tarihe tapıcılık havası içinde bin bir türlü rezaleti gereğince teşhis edemediğimiz gibi, belki de onaylamak ve alkışlamak durumunda kalıyoruz.
Bu tarihi gelişim içinde, mevcut otoritenin güdümü altına girmek durumunda kalmış suni ekolden, her alanda ve özellikle siyasete, devlet otoritesine ilişkin orijinal, devrimci ve çığır açıcı fikirler ve düşünürler siyası otorite karşısındaki tutumu çok farklı olmuş, onlarda ulema sınıfı devlet memuru olarak değil, devletten uzak; halka dayalı ve devletin maaşıyla değil halkın bağışlarıyla, vakıf gelirleriyle geçinme yoluna gittiklerinden, onlar mevcut otoriteye karşı daha bağımsız olabilmişlerdir. Siyasi otoritenin davranışlarını şeri gösterme endişesinden de uzak kaldıklarından; teorideki esaslardan fazlaca taviz vermek durumunda kalmamışlardır. Yani Şii ulema teoride, düşünce planında daha özgür, daha radikal olabilmiştir. İktidarda da onların bu davranışlarından belki fazla rahatsız olmamıştır. Çünkü nasıl olsa son imam göğe çekildiğine göre, gökten imam inmedikçe saltanatları o kadar tehlikede görünmüyordu. Ne var ki Humeyni’nin öğretileriyle İran halkı, imamı gökte ararken yerde buldu galiba.
Diğer yandan, resmi Suni ekolün aksine, içtihat kapısının hep açık ve canlı tutulmasının da Şii düşüncesinin yeni yaklaşım ve yorumlara; dolayısıyla Şeriati gibi fazla engel tanımayan düşünürlere daha müsait bir zemin hazırlanmasında önemli bir rolü olduğu muhakkaktır.
ÇAĞLAR: Sayın Tahir, siz bu konuda ne dersiniz?
TAHİR: Bu konuda Şeriati çok şey yazmıştır. Safevi Devleti’ni eleştiri olarak yazdığı kitabında özellikle bu konulara yer verir. Genel olarak belirttiği en önemi konu; Hz. Hüseyin’den bu yana Şii uleması hiçbir zaman devletle, siyasi iktidarlarla birlikte olmamıştır, halkla birlikte olmuşlardır. Örneğin der: imamlarımızın türbeleri, kabirleri genellikle dağ başlarında, köy kenarlarındadır; çünkü onlar hep köy köy, dağ dağ dolaşıp halkı aydınlatıyorlardı. Gerçi, o yerlerin bir kısmı şimdi büyüdü şehir oldu. Hatta bazen siyasi iktidar onları takip ettiği için o ücra köşelerde hizmet ediyorlardı. Şiilik, zaten devlet içine pek girmedi. Resmi ideoloji haline gelmedi, bunu yapmak isteyen Safeviler gibi hanedanlarla da mücadele edildi. Yani Safeviler Şiiliği devlet ideolojisi haline getirdiler, istismar için kullandılar, onlarla mücadele eden binlerce Şii uleması Safevi hapishanelerinde çürüdüler.
İşte bu gelenek dinamizmi korudu. Ki bu, devlete ezilmemek, halkla birlikte olmaktır. Adaletle olmaktır. Şiilik özellikle İslam’ın adalet ilkesine çok önem vermiştir. Adalet Hz. Ali’nin de sembolü olmuştur. İmam Hambel’e atfen bir kıssa vardır: Bir kişi mal çalmış, bunun bir kısmını da İmam Hambel’e vermek istemiş. O da bunu kabul etmeyince o malı Dicle’ye atmışlar. İmam Hambel o günden sonra Dicle’nin balıklarını hiç yememiş bu sebeple. İşte doğruluk ve adalet çok hassasiyetle ele alınır. İslam hep adaleti istiyor. Şii uleması ise devleti hep adalete çağırmış, mücadele etmiştir. İşte bu gelenek içinde yetişmesi tabii olarak Şeriati’yi etkilemiştir. Mücadeleci oluşunda bu önemli etkendir.
KOZAK: İzninizle burada bir hususu eklemek istiyorum. Ali Şeriati’nin eserlerinde ortaya koyduğu konulardan birçoğunun, bizim toplumumuzda yadırganmasını normal karşılamak gerekir. Bunlardan bir kısmı, onun kendine has çok değişik düşünce metodu, üslubu ile ilgili hususlar ki, vardığı bazı son derece değişik sonuçlar ve tespitler kendi ülkesinde bile yadırganmıştır. Hatta gariptir, bizde belki Şii görüşlerinden dolayı hücuma uğrarken, orada da Şii ulemayı küçümsemek, Şii öğretinin dışına çıkmak, mezhepsiz, Vahhabi olmak gibi suçlamalara maruz bırakılmıştır. Bu nevi suçlamaların bizde de olması, hatta daha fazla olması yadırganmamalıdır. Diğer yandan, kendi ülkesinde hiç yadırganmayan, hatta tasvip gören fakat bizde kabul görmeyen Şii görüşler de mevcuttur şüphesiz. Mesela, örnek gösterdiği İslam büyüklerinin muayyen kişilere münhasır kalması, bizim büyük kabul ettiğimiz diğer zatlardan hiç bahsetmemesi ve Hz. Ali ve Ehl-i Beyt dönemi imamların dışındaki tüm İslam tarihini istisna göstermeksizin çok ağır bir şekilde suçlaması da bizim toplumumuzda genellikle kabul edilemez bulunabilinilir. Bunu da bir ölçüde her iki taraf için de anlayışla karşılamak gerekir. Yüzyıllar öncesinde oluşan ve bir ölçüde kemikleşmeye yüz tutan ayrılıkları; hele içinde bulunduğumuz çağda büyük ölçüde anlamsız, İslam düşmanlarının işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayan bölünmeler olarak kabul edip, gidermek istesek de [Şeriati de bu fikri savunuyor] her iki taraftan da yüz yılardır oluşan ve süren birikimi bir çırpıda atıvermesini beklemek gerçekçi olmayabilir.
Bu noktada, daha önce üzerinde durduğum bir konuya tekrar işaret etmeden geçemeyeceğim. Şeriati’nin ne dediğinden çok bence asıl önemli olan nasıl dediğidir. Yani onun düşünce metodudur. Onun bu metoduna, düşünce zenginliğine dikkat etmeliyiz, buna çok ihtiyacımız olduğunu zannediyorum vardığı sonuçların, verdiği hükümlerin ve yaptığı tespitlerin hepsine aynen katılmamız gerekmez; hatta bu bir anlamda Şeriati’nin de metoduna aykırı düşen bir tutuculuk, saplantı olur. Bizde hemen her yerde karşımıza çıkan, yaygın bir değerlendirme hatasına burada işaret etmem gerek. Biz Hz. Peygamber gibi bir âlim, Kuran gibi bir eser aramaya eğimliyiz. Ardından gideceğimiz, eserlerini okuyacağımız, üstad bileceğimiz kişi ve onun eserleri Hz. Peygamber ve Kuran kadar kusursuz olmalı gibi bir yanlış kanaat vardır bizde. Hâlbuki bu pek yanlış bir değerlendirmedir, böyle olmasını ummak, böyle olduğunu zannetmek asıl hatadır. Kuranın dışında her kitap da hatadan uzak değildir, kimin kitabı olursa olsun. Binanaleyh kişileri, kitapları olması gayet tabii yanlışlarla birlikte kabullenmeyi öğrenmeliyiz. Bazı yanlışların olmasının, kıymetli bir eserin veya ilim adamının değerini hiçe indirir zannederek, bu yanlışlara gözümüzü kapamaya, bin bir dereden su getirerek bunlara bir izah bulmaya çalışmaya da kalkmamalıyız.
ÇAĞLAR: Yani biz, Ali Şeriati’yi Şii geleneği içinde kabul ediyoruz. O şekliyle takdir ediyor veya tetkik ediyoruz. Hatta onun söylediklerine de katılmayabiliriz. Fakat o bütün müslümanların faydalanacağı, bütün düşünenlerin faydalanacağı bir yöntem getiriyor, bir orijinal analiz şekli, düşünme tarzı getiriyor. Bizim için daha önemli olan bu yöntemdir.
KOZAK: Evet. Nasıl bu ayrılıkları büyüterek Müslümanlar arasına aşılmaz setler çekmek İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürecek bir davranış ise; bunları yok farz etmek de gerçekçi olmayan bir davranış olur. Aslında Ali Şeriati, eserlerinin birçok yerinde mezhep taassubundan, mezhep bölünmelerinden acı acı yakınıyor ve bunların İslam âleminin birliğini parçalamak için emperyalist güçlerce harekete geçirildiğini vurguluyor. Buna rağmen, yetiştiği çevrenin etkisi ve eserlerini Şah yönetimini yıkmaya davet ettiği Şii bir toplumda yazmış olması da onun bu konuda daha toleranslı olmasını önlemiş olabilir.
Yani Şeriati’yi mutaassıp bir Şii olarak değerlendirmek haksızlık olur. Nitekim İran’daki yerli Şii ulemasıyla da çekiştiği durumlar olmuştur. Onlar da kendisini Şii olmamakla suçlamışlardır. Yeni ve değişik bir yorumla, sentezle ortaya çıkan pek çok kişiye tarihte pek ağır veya çevresince pek ağır zannedilen ithamlar, gerçekliği düşünülmeksizin bir küfür savurma sorumsuzluğu içinde yapılmıştır. Bu hususlarda çok dikkatli ve ölçülü olmak gerekir. Hasan El Benna da Hatıralarında, kendileri hakkında “beşinci mezhep” taraftarları diye dedikodu ve saldırı yapıldığını zikreder.
TAHİR: Hatta bir kitabi var, İslam Şinasi. İslam’ı tanıma. Konusu daha çok İslam tarihi idi. Bunun bir ön sözü var. Bu ön sözde yazar ki, bu çok güzel bir ön sözdür, 1924’te Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve İslamiyet büyük bir darbe yedi. Bu konuda İranlı Marksistler ve entelektüeller kendisine sorular sordular. Osmanlı İmparatorluğunu çok büyük bir imparatorluk mu kabul ediyorsunuz gibi. Onlara diyor ki: “Benim onların zulmüyle işim yoktur, yalnız bildiğim bir şey var ki Avrupa’da Allahu Ekber sesi vardı. Ben bunu takdir ediyorum Osmanlı’da. Dünyada İslam’ın bir azameti vardı.
KOZAK: Diğer yandan, İslam büyükleri içinde kendisini en fazla etkileyen ve kendisinin en çok hayranlık duyduğu kişilerin başında Mevlana ile İkbal gelmektedir ki bunların ikisi de Şii değildir. Bu da onun aşırı bir mezhep taassubu içinde olmadığını gösterir. Fakat daha öncede ifade ettiğim gibi, Şii düşüncenin taşıdığı bazı özelliklerin onun mizacına daha uygun düştüğünü söylemek mümkün olabilir. Ancak onun engin düşünce zenginliğinin, dar ve fanatik mezhep sınırları içine sığabileceğini düşünmek de onu iyi anlamamak olur kanaatimce.
ÇAĞLAR: Benim diğer bir sorum da Ali Şeriati’nin mücadele metoduyla ilgili. Siz daha önce düşünce metodu üzerinde durdunuz. Özellikle sayın Kozak, bu konuyu geniş bir şekilde açıklamış oldu. Gulam Abbas ki Ali Şeriati’nin bir arkadaşı, Ali Şeriati için “militan düşünür” diyor. Gerçekten enteresan bir tespit, Ali Şeriati için yerinde bir tespit. Ben onun özellikle mücadele metodu konusunda düşüncelerinizi rica edeceğim. Özellikle neye önem veriyordu, onun mücadelesinde en önemli unsurlar nelerdi. Bir örnek vereyim. Tanıyanlar onun öğretmenlik mesleğine çok önem verdiğini söylerler. O, konuşmalarında gençlere öğretmenlik okullarına gitmelerini ve okulları bitirip öğretmen olarak ülkenin her köşesine dağılmalarını her vesile ile belirtmiştir. Öğretmenlik mesleğine çok önem veriyormuş. Hatta ülkenin ücra köşelerinden öğretmenler onun konuşmalarını dinlemeye gelirlermiş. Bu bir örnek. Bu konuda veya onun mücadele metodunun diğer yönleri üzerinde sizin başka tespitleriniz, söyleyecekleriniz var mıdır?
TAHİR: Şeriati’nin “Kevir” yani Çöl isimde bir kitabı var, bir nevi hatırat. Bu kitabında Gulam Abbas’tan bahseder. Orada diyor ki özet olarak: “Bizim bir Gulam Abbas vardı. Bir akşam Mezinan’da bir evde kalıyorduk. Henüz seher vakti bile olmamıştı, bir horoz öttü. Nedir bu zamansız öten horoz, daha seher vakti olmadı, dedi. Gulam Abbas gitti, bu horozu tuttu ve kesti. Bu bir semboldür. Şimdi de insanlar zamansız ötüyorlar ve diğer insanları uykudan zamansız uyandırarak, hayatlarını tehlikeye atıyorlar.” Bundan biz Şeriati’nin mücadele metodu ile ilgili bir yönü çıkarabiliriz. Onun metodu, en temel olarak insanları aydınlatmaktır. O, tamamen buna önem verir. Senin işin ne olursa olsun insanları aydınlat, onları insanlığına döndür der. Onun kendi insanlığımıza geri dönmek konusunda 600 sahifelik bir kitabı da vardır. Öğretmenliği de bu sebeple çok önemli görür, insanları aydınlatma açısından. Öğretmen insanlarla uğraşır. Onların kişiliklerini kurar.
Şeriati’nin bir Müslüman olarak esas kaynağı Kuran olmuş. Sünnet olmuş, Kuran’a yeni yeni yorumlar getirmeye çalışmış, öyle tefsirler yapmış ki, daha önce hiç rastlanmayan bir canlılık içinde ele almış konuları. Mesela, bir Hacc yorumu, Kadr Suresi’nin Nas ve Felak Suresi’nin tefsirleri bunlardandır. Kaynaklarını, inançlarını, düşüncelerini doldurulmasına hep karşı olmuştur. Dinamizmi ve düşüncede canlılığı rehber edinmiştir. Kuran’ın her asra hitabeden bir kitap olduğunu, fakat yine de önceki asırlarda yaşayan Müslümanların Kuran’dan çıkarmadığı bazı yorumları bugünün Müslümanlarının çıkarabileceğini kabul eder. Önemli olan donmuşluğun olmamasıdır, ona göre. Ve onun mücadelesinin temeli donmuşlukları kırmaktır. İnsanı düşünmeye davet etmektir, yani onu harekete geçirmektir. Biliyorsunuz dünyanın propagandası madde ile insanı düşünceden uzak, o hali ile tutmak, dondurmaktır. Hâlbuki İslam, insanı hep iyiye doğru değiştirmek ister. Onu mevcut halinden çıkarıp Allah’a daha yaklaştırmak ister.
ÇAĞLAR: Yani onun yöntemi, insanları etkilemek, insanları aydınlatmak, insanları düşündürmek, böylece insanları harekete geçirme. Sayın Kozak, sizin bu konuda söyleyeceğiniz?
KOZAK: Şeriati’yi anlamaya çalışırken çok dikkatli olmak, acelecilikten, gelişigüzel sonuçlara varmaktan kaçınmaya çalışmak gerek. Genellikle, bizim gibi yeni bir arayış içerisinde bulunan toplumlarda, ilgimizi çeken bir düşünürü veya bir düşünce sistemini taşıdığı bütün özellikleri ile dengeli bir şekilde algılamak yerine, o andaki psikolojimize uygun bir şekilde hemen bir özelliğine sarılıp diğerlerini ihmal etme gibi bir zaaf, eksiklik görülür. Taşıdığı aksiyoncu, devrimci öz yanında o, meselelerini bilimsel açıdan, bilimsel yöntemle ele alınması, değerlendirilmesi hususunda da gayet açık ve kesindir. Bu fikrini eserlerinin pek çok yerinde ifade etmekte, vurgulamaktadır. Demektedir ki: Şimdiye kadar toplumumuzun, İslam âleminin meselelerine bilimsel usullerle değil, yakınma, ağlayıp-sızlanma noktasından yaklaştık, yaklaşıldı. Artık, bunu aşmak şart; şikâyet etmenin ötesinde, bu sorunları bilimsel bir yöntemle ele alarak, bilimsel boyutları içinde belirlemek, algılamak için vakit çoktan gelmiştir ve geçmiştir. Bu noktada, özellikle Müslüman entelektüele yöneliyor, onun taşıması gereken özelliklerine işaret ediyor. Müslüman entelektüele büyük bir sorumluluk, büyük bir misyon yüklemeye çalıştığını; daha doğrusu bu ağır tarihsel misyonunun farkına varması için onu sarstığını görmekteyiz. Köşesinde oturarak bilgiçlik taslayan, kuru bilgi rivayetleri ile yetinen aydın tipi yerine, yaşadığı tarih, yer ve zaman dilimi içinde kendi konumunun bilincinde olan; kendi çağında yaşamayı hisseden ve çağının sorumluluğunu yüklenerek, “Nereden başlayayım” sorusunu soran, yaratıcısına ve toplumuna karşı sorumluluklarını müdrik, halkının o andaki tarihsel şartlarına en uygun mesajı ve kurtuluş yolunu göstererek onları aydınlığa çıkarmanın başkalarının değil kendisinin görevi olduğunu kavramış bilgi ve aksiyonla dolu, dipdiri bir Müslüman entelektüel tipi oluşturmaya gayret eder. Her an adeta yeniden Müslüman olurcasına, dinini yeni bir boyutu ile kavrama, kendini yenileme ve tazeleme çabasını hep sürdüren, Kuran-ı Kerim’i adeta sadece kendisine iniyormuş gibi algılayacak olan bu zümre, geçmiş devirlerde peygamberlerin sorumluluğunu gibi ağır ve yüce bir sorumluluk taşır diyor. Önce aydınlarda oluşacak bu kıvılcım, onlarla sınırlı kalmadan tüm halka da yayılmak gerekir. Diyor ki: Yeni bir iman [iman ve aşk tazelemesi] olmadıkça hiç bir toplumda büyük bir medeniyetin meydana geldiği görülmemiştir. Bu iman ve aşk tazelemesi yalnızca aydınlarla sınırlı kalırsa harekete dönüşmez, gerekli aksiyon gücünü oluşturamaz. Bu nokta göz önünde tutularak, yukarıdaki özelliklere sahip aydınların daha sonra haklarına yönelerek, onlara kim olduklarının, nerede ve niçin yaşadıklarının bilincini, tarihsel sorumluluklarını hatırlatmak ve onların kendi kendilerini anlamlandırmalarını sağlamak şarttır. Bir toplumda köklü değişikliklerin olabilmesi için camileri kuru ve biçimsel ibadetlerin yapıldığı mekânlar olmaktan, eylem merkezleri haline dönüştürmek gerekir diyor ve ibadetle, inanç ve düşünceyle eylemin arasına sınırlar koymanın yanlışlığına işaret ederek, bunları tekrar birleştirmek, kaynaştırmak gerektiği üzerinde duruyor.
ÇAĞLAR: Tabii, metodu konusunda daha bazı şeyler, birçok şey söylenebilir. Fakat üzerinde konuştuğumuzun hepsi aslında onun yöntemini de belirliyor aynı zamanda. Hayatı, düşüncesi, düşünme yöntemi, onun mücadele yöntemini de ortaya koyar. Ben burada onun başka bir yönü, eserleri ile ilgili bir soru yönelteceğim. Şimdi biz kitaplarının tabii hepsini okumadık. Bazısı İngilizceye çevrildi, bazısı Türkçeye. Ve biz ancak onları okuyabildik. Fakat kitaplarının bir listesini görmüştüm, orada 91 adet kitap ismi var. Bunlardan hemen hemen hepsi Farsça basılmış, ancak şimdi, daha önce de belirttiğim gibi, kendi adına kurulan bir vakıf, Ali Şeriati Vakfı, bunların pek çoğunu diğer dillere de çevirerek yayınlıyor. Belirtmek istediğim şu: Kendisi 45 yaşlarında şehit oluyor, bu kadar kısa ömürde, bu kadar çok sayıda eser vermiş. Ki biliyoruz hayatı çok da aktif geçmiş, uzun süre, belirli aralıklarla zindanda kalmış, efendim Cezayir Kurtuluş Savaşı için mücadele etmiş, çok yönlü eğitim görmüş, yani eğitim yılları da oldukça uzun. Ayrıca yurt içinde veya yurt dışında gazete çıkarmış. Bu kadar hareketli bir hayat içinde bu kadar çok da eser veriyor. Ki eserlerinin konuları da oldukça önemli. Sırf düşünce eserleri de değil, birçoğu çok yoğun bilgiye, çok çalışarak elde edilebilecek bilgiye dayanan eserler. Bu kadar kısa ömürde, bu kadar çok eser vermeyi nasıl yorumlayabiliriz? Bunun örneği az görünmüştür bütün düşünürlerde. Bu konuda ne söylersiniz.
TAHİR: Ben önce şunu belirteyim. Eserlerinin çoğunu diyebilirim ki takriben ömrünün son on yılında yani 35 yaşında sonra vermiştir. Yani 10 senede bu kadar çok eser vermiş oluyor. Siz 91 eser dediniz, benim burada elimde bir liste var, bu listede 207 eseri var. Ancak hepsi Farsçadır. Hatta bu listede bunların nerelerde yayınlanmış oldukları da belirtilmektedir. 10 senede bu kadar eser vermek nasıl mümkün olabilir? Ben şunu söyleyebilirim ki kendisi de bunu belirtmiştir; vakti çok kıymetli, çok sınırlı görüyor ve çalışmalarını artırıyordu. Mesela çoğu zaman sabaha kadar çalışıyormuş, uyuduğu zaman çok azmış. Tamamen çalışmakta ve yazmaktadır. Allah ona bir yetenek vermiştir ki, düşünürdü ve hemen onu yazardı ve bir kitap haline gelirdi. Bunun için kendisinin ve babasının büyük kütüphanesi içinde yetişmişti. Ve şimdi de onlardan faydalanıyordu. Ölümünden sonra bir vesile ile ben hanımıyla konuştum. Dedi ki; “Dr. Şeriati her ne görürdü ondan bir şey alırdı. Yani okuduğundan mutlaka bir şey çıkarırdı ve onu kullanırdı. Hatta bir defa küçük çocuğun ilkokul 2. sınıf kitabını aldı, okudu ve bundan bana bazı şeyler anlattı. Ben çok hayret ettim, şaşırdım. Her şeye baktığında düşüncesine bir şeyler gelirdi, eklenirdi.” Ve bu gösteriyor ki, her zaman bu kabiliyette, yazmaya, araştırmaya hazır. Tabii bu yurt dışında da başka düşünceleri tanımak için aynı şekilde devam eder. Mesela kendisinin dediği gibi o zamana kadar bir tane Marksist eser olmasın ki onu okumamış olsun.
ÇAĞLAR: Sonra Dinler Tarihi konusunda araştırma yapmak oldukça zor. Ali Şeriati özellikle, bütün ilkel dinlerden itibaren hepsini Uzak Doğu’daki dinleri, Buda’yı, Konfiçyus’u hemen hemen çok detaylı olarak araştırmış. Bunlar çok uzun seneler isteyen araştırmalar, çok çalışkan insanın işi. Evet sayın Kozak siz bir şey söyleyecek miydiniz?
KOZAK: Hayatındaki, faaliyetlerindeki, eserlerindeki bu çok yönlülük ve zenginlik daha önce bahsettiğimiz gibi, kendisindeki çok yönlü meziyetlerden, kabiliyetlerden kaynaklanıyor. İnsanlar, genellikle, erişemedikleri, kendilerini aşan bir fikri maddi düzey ile karşılaştıkları zaman ne yazık ki çoğunlukla, imrenmeyi çok aşan ve kıskançlık boyutlarına varan bir duyguya kaptırırlar kendilerini. Tahir Bey’in ifade ettiği gibi, Şeriati’ye karşı da bu nevi psikolojik zaaflardan kaynaklanan ithamlar yapılmamış değil. “Efendim, önceki devirlerde yaşayan falan âlimler, onlar bazı noktaları göremedi de Şeriati mi görmüş” düşüncesi ilkel, tutucu ve yanlış bir düşüncedir, üstelik kanaatimce hiç de İslami değildir. Allah’ın mümine ihsan ettiği ferasetin kapısı hep açıktır, kıyamete kadar da açık olacaktır. Bu yaklaşım içerisinde, bu ümmetin en son ferdinin de İslam’a getirdiği yeni bir anlayış, yeni bir boyut mutlaka olacak, bunun önü kıyamete kadar kesilmeyecektir.
İzninizle, burada, Ali Şeriati’deki düşünce zenginliğini oluşturmada çok önemli bir yer oynadığını zannettiğim bir konuyu işaret etmek istiyorum. Onun bilgi teorisi konusundaki tavrı kanaatimce çok önemli. Genellikle, Biruni gibi çok nadir bazı kişiler hariç İslam düşünürleri, İslam dışı görüşlere, düşünürlere ve dinlere hep kapalı kalmışlar, onları İslam düşüncesinin safiyetini her an bozabilecek büyük bir tehlike ve fitne kaynağı olarak görmüşler, sonuçta bunlarla İslam düşüncesi arasına aşılmaz bir set örerek savunmaya çekilme yolunu seçmişlerdir. Hâlbuki evrensel insan kültürüne açılamayan, diğer kültürlerle alışverişte bulunarak kendini yenileme ve zenginleştirme yoluna gidemeyen her kültür -vahiy kültürü olsa bile- ipek böceği gibi kendini öldüğü ağın içine hapsetmek ve bunun içinde yok edilmek tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü vahiy kültürü de, belki çoğu zaman yeterince idrak edilememekle beraber, yenileştirilmeye, çağdaş yorumlarla özündeki zenginliklerin ortaya konulmasına muhtaçtır. Diyalektik bir akış içinde, kâinattaki her şey ardı arkası kesilmeyen yeni oluşlara yeni sentezlere ulaşmak zorundadır, aksi takdirde zaman canavarı onu parçalar, yok eder. Vahiy sistemi de, Allah’ın kâinatta vazettiği bu kaçınılmaz diyalektik sürecin dışında değildir.
Materyalist görüşte her şey kötü bir başlangıçla başlar. İlk insan, tabiatın acımasız, vahşi şartları içinde boğuşurken her nasılsa kuyruğu düşerek maymunluktan kurtulan, hayvani çığlıklar artan yarı vahşi, ürküntü veren bir yaratıktır. Yani her şey vahşetle başlamıştır. Zamanla insan, aklını zekasını kullanarak aletler icat etmiş ve çevresindeki imkanları değerlendirmesini öğrenerek hayatını güzelleştirmeye başlamıştır. Yani, devamlı bir ilerleme fikri, çizgisi içinde her şeyin kötüden iyiye ve daha iyiye gitmekle olduğu, gideceği varsayımından hareket edilmektedir.
İslami tavır ise bunun tam zıddıdır. Her şey iyiyle başlamıştır. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Eşya hakkında temel bilgilerle ve vahiy bilgisiyle donatılmıştır. Ve bu ilahi vahiy bilgisi hep yenilenmiştir. İnsan tamamıyla başıboş ve kendi haline bırakılmamıştır. Yanlış, daha sonra bu iyinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Yanlışın mutlak manada bir mevcudiyeti yoktur, o doğrunun saptırılmasından başka bir şey değildir; doğru olmasaydı, yanlış da olamazdı. Böyle olunca, insan kültürünün geliştirdiği her düşünce ürününde, inanç sistemlerine tam zıt gözüken düşünce sistemlerinde bile, ilahi vahiy doğruları temelde vardır, ama saptırılmış, tahrif edilmiş, yozlaştırılmış, belki de ilk şekli tanınmaz bir hale dönüştürülmüştür. Ama bu doğru vahiy bilgisi olmasaydı, yanlış bilgi de oluşamaz, gelişemezdi. Bu yaklaşım içerisinde tüm evrensel insan kültürüne, demin işaret ettiğim yersiz çekinme ve endişe duygusuna kapılmadan rahatlıkla açılmak, düşüncemizi olanca boyutlarıyla zenginleştirmek, çeşitlendirmek ve çiçeklendirmek mümkün olur. Tüm evrensel insan kültürünü kucaklayan bu düşünce, her an kendini tazeler, yeniler ve diğerleri karşısında rakipsiz ve emsalsiz bir üstünlüğe, çarpıcılığa sahip olur. Artık o, “kaybolmuş malı” olarak nitelenen hikmetin zaman, mekân, milliyet ve din hudutları tanımayan arayıcısıdır. Bulduğu zaman, tereddütsüz “kendi malı” gibi alır. Ne kadar tahrif edilmiş, saptırılmış da olsa, yakalamaya muvaffak olduğu her vahiy pırıltısı, vahiy hikmeti müminden başka kimin öz malı olabilir? Bu pırıltı halinde, rüşeym halindeki vahiy pırıltılarını o, elinde mevcut yegâne tahrif edilmemiş ilahi vahiy ölçeğiyle hisseder, Allah’ın mümine verdiği ferasetle sezmeye çalışır.
ÇAĞLAR: Yani, onun verimliliğini bu anlayışımla, bir anlamda metoduna mı bağlıyorsunuz?
KOZAK: Ben, Ali Şeriati’nin düşüncesindeki zenginliğinin kaynağında bu yaklaşımın yattığını zannediyorum. Dinler Tarihi’nin, din sosyolojisinin onun ana uğraş alanı olması da bu yaklaşıma, senteze varmasını kolaylaştırıcı bir unsur olmuştur belki. Onun düşüncesindeki zenginlik, farklılık ve çok boyutlulukta, bilgi teorisi bakımından benimsediği, kavradığı tavrın çok önemli bir yeri vardır. Modern antropoloji ilminin bazı bulguları da onun bu yaklaşımını kolaylaştırmıştır. Çünkü antropoloji araştırmalar, dünyanın bugün bile ulaşılması son derece güç en ücra yerlerinde yaşayan kültürlerinden en gelişmiş kültürlere kadar yaradılış destanlarında, temel ibaret ve ahlak değerlerinde; hatta konuşulan dillerde, kavramlarda bile şaşırtıcı bir ortak kültürel özün varlığını ortaya koymuştur, koymaktadır.
Asırlar boyunca, Müslümanlar, İslam âlimleri, “canım bu kefelilerde de alınacak ne gibi bir değer olabilir ki, eğer akılları olsaydı Müslüman olurlardı” mantığıyla, tüm insan kültürüne kendilerini kapayarak, kendi kendilerini düşünce olarak hapsederken; Ali Şeriati ilahi vahiy ölçeğini elinde tutan bir arı gibi çiçekten çiçeğe dolaşmış, hiçbir çiçeği horlamaksızın yeri gelmiş ürpertici dikenlere de konmuş ve oradan da alacağını alarak düşünce âleminin arısı olmuş ve eserlerini zenginleştirmiştir. En sapık, en saçma olarak nitelenen düşüncelere, dinlere açılmakta bir sakınca görmemiş, hatta bunun gerekliliğine inanmış; örneğin Konfiçyus’tan, Buda’dan alacağını almış, sonra eleştirisini ve teşhisini de yapmış ve bir üst senteze ulaşarak oradan ayrılmış. Bu yaklaşımı benimsediğimiz, uyguladığımız ölçüde ondaki düşünce zenginliği bize de sirayet edecektir kanaatindeyim.
ÇAĞLAR: Buna ben, şöyle bir şey de ilave etmek isterim. Siz de belirttiniz aslında, kendisinde de ömrünü çok yoğun şekilde doldurma çabası var. Bunu bazı yerlerde belirttiğini de görüyoruz. Bu konuda oldukça şuurlu, bunu düşünüyor yani. Bunu düşünüyor ve ben diyor ömrümü çok yoğun şekilde doldurmalıyım. Belki ömrünün çok kısa olduğunu hissediyor ki insan ömrü zaten kısadır ve babasına yazdığı bir mektupta bu konuda bir pasaj var, burada ben onu belirteyim. Şöyle yazar; “Allah’ın inayetiyle öyle bir yola koyuldum ki, ömrümün bir anını bile kişisel mutluluğum için harcayamam. Mademki Allah’ın yardımı benim zayıflıklarımı telafi ediyor ve mademki bu ömür bir gün nasıl olsa bitecektir, öyleyse ömrümü bu uğurda harcamamdan daha büyük mutluluk ne olabilir.” Burada da görülüyor ki, ömür ve zaman üzerinde çok hassastır be bunu düşünmektedir.
Bu arada şöyle bir şey var. Hani çok yazan, özellikle zamanımızda çok yazan kişiler üzerinde bazı eleştiriler oluyor. Deniliyor ki, çabuk zamanda çok yazan, yüzeysel kalır, her şeyi derinliğine ele alamaz. Bu kişiler, çok eser verme endişesiyle hareket ederler ve eserleri üzerinde titizlikle durmazlar, gibi. Tabii çeşitli vesilelerle belirtildi, Şeriati’nin eserlerinde hepsine ayrı bir öz, bir zenginlik; bilgi zenginliği görülüyor. En azından bizim görebildiğimiz eserlerinde bu rahatça görülebilir. Fakat, yine de soruyorum, bu konuda siz ne dersiniz?
KOZAK: Kendisini bir davaya adamış olmasının, bir dava uğrunda aksiyonla fikri mesaiyi birlikte yürütmesinin ve büyük bir irade gücüne sahip olmasının, onun sahip olduğu kabiliyetleri daha verimli hale getirdiğinden daha önce bahsetmiştik. İrade mi üstün, yoksa zekâ mı daha üstün meselesinde genellikle iradenin daha ön planda geldiği söylenir. Çünkü gerekli irade terbiyesine sahip olmayan nice dehalar ve kabiliyetler heder olup gitmişlerdir, tarihte. Şeriati’nin, sahip olduğu üstün irade gücü sayesinde hayatının her anını verimli kılmasının, Tahir Bey’in de naklettiği gibi geceleri sahur’a, gündüzün ilk vakitlerine kadar vaktini fikri mesaiyle doldurmasının onun bu kadar fazla sayıda eser ortaya koymasında önemli derecede etken olduğu muhakkak. Sorumluluk duygusunun çok erken yaşlarda gelmiş olmasını, tarihsel misyonunun farkına varmasını da eklemek gerek.
TAHİR: Ben de burada bazı şeyler ilave etmek isterim. Sizin belirttiğiniz gibi, gerçekten pek çok yazan bazen yüzeysel olabilir. Ancak Ali Şeriati, bir yazardan çok bir mücadele adamı ve bir rafineri idi. Kendisinin de belirttiği gibi, bizi İslami yenide tanıtmak için didinen bir insandı. Onun kaynakları; Kuran, Hadis ve bunlara ilave Nehc’ül Balağa gibi diğer kaynaklardı. Yani onlara dayanarak; İslam medeniyetinin temel kaynaklarına dayanarak ve kendi sosyoloji kültüründen faydalanarak 20. asırda bunları yeniden tesviye edip [işleyip] gençlere vermeyi, onları aydınlatmayı esas almıştır. Bu sebeple onun yaptığı sadece yazmak değil, aynı zamanda tesviye faaliyetidir. Ve İslami yeniden yorumlamaya çalışır. Kuran’daki her kelime üzerinde yeniden durur. Bunu göz önüne alırsak onun işi daha zordur ve bu zorluk içinde bu kadar eser vermiştir.
ÇAĞLAR: Ben yine başka bir konuya geçmeden önce, onun yazdıklarının özüyle ilgili bazı konulara geçmeden önce, yine yazma ve düşünme stili ile ilgili başka bir yönü de burada yer vermek istiyorum. Şüphesiz o, çocukluğundan itibaren iyi bir İslam terbiyesi ve eğitimi almış, bu hava içinde yetişmiş, fakat aynı zamanda batı eğitimi sisteminin de içinde bulunmuş, orayı görmüş, orada da yetişmiş. Sosyoloji, psikoloji ve tarihin de verdiği daha zengin yorumlara gitmiş. Bu sebeple onun eserlerinde ve düşüncelerinde, Sayın Kozak’ın ve sizin de belirttiğiniz gibi, en belirgin özelliği orijinalliği diyoruz. Yeni bir metot, bunun yanında serbest düşünme, korkusuzca yorumlara gitme, onun önemli özellikleri. Özellikle Müslümanlar arasında pek çok temel konular, üzerine gidilmeyen ve yorumdan çekinilen konular üzerine gittiğini görürüz. Bir nevi donmuşlukları kırma, İslami konu ve terimlere yepyeni yorumlar getirme onun temel özelliklerindendir. Bunu pek çok kitabında görüyoruz. Mesela bir “Hacc” kitabı, belirttiğim gibi, dinler tarihinin iyi bilmesi ve sosyolog tecrübesinin verdiği duyarlığın da karışmasıyla Hacc’ın yepyeni bir yorumudur. Hacc olayını, bu şekilde okuduğunuzda sizi müthiş şekilde etkiliyor, kendinizi o atmosfer de, o evrensel tablo içinde hissediyorsunuz. Yine bazı süre tefsirlerinde bu yeni yorumu daha açık görmek mümkün.
Fakat bu açıdan, bu özelliklerin içinde ona karşı yöneltilen bazı eleştiriler be var. Mesela: Fazla akılcı bulunuyor, kolay yorumlara gittiği söyleniyor. Hep yeniden ele alış ki Sayın Kozak, siz bunu onun zaten en önemli özelliği olarak belirttiniz, yadırganıyor. Böyle, geleneğe fazla önem vermeden ki o önem vermiyor da diyemeyiz belki ama bir noktada hep yeniden yorumlara gittiği de bir gerçektir. Yani böyle bir tenkit ve eleştiri karşısında eski söylediklerinize ilaveten bir şey söylemek ister misiniz? Ben bu orijinalliğe Hacc yorumu yanında mesela Hicret’i, Müslümanların bildiği bir tarihsel olay olmanın ötesinde evrensel boyutlara ulaştırışı, büyük bir müessese olan Suffa’yı bambaşka bir yoruma götürüşü, peygamberlik misyonunu, hümanizmi, Marksizm ve din ilişkisini çok değişik şekilde ele alışını bu konuda örnekle olarak verebilirim. Bunlara daha birçok noktalar ilave edilebilir.
Ben özellikle bu akılcılık konusunda sizin söyleyeceğiniz bir şey var mı, diye soruyorum.
KOZAK: Efendim, daha önce de ifade edildiğini zannediyorum. Onun fikirlerinin, bu türden bazı tepkilere yol açmasını aslında gayet tabii karşılamak lazım; hatta eğer böyle olmasaydı şaşmak gerekirdi. Bir toplumda insanların düşünce alışkanlıklarında, zihniyet ve yaklaşımlarında büyük değişiklikler yapmak, onları buna razı etmek o kadar kolay değil. Bir anlamda bu tepkileri, galeyanları bir sağlık işareti, olumlu bir unsur olarak değerlendirmek gerekir. Bakın, bu noktada, onun eserinden bir parça okuyayım size: “Eğer, bir kişi gerçekten hizmet etmek istiyorsa, rahattaki insanların rahatını kaçırmalı ve durgunları harekete geçirmeli, çürümüş insanların kalbine çelişki ve çatışma tohumları ekmelidir. Allah’a yemin olsun ki, bu insanlardan bazılarında kuşkular doğurmak, kesinlikle kazandırmaktan bin kat daha büyük bir hizmettir…” kendinden, ne yaptığından emin insanlar böyle tepkilerden fazla rahatsız olmazlar, dikkat ettiyseniz o da rahatsız olmuyor, memnun oluyor. İmam-ı Azamda devrinde nassı [hadisi] bir tarafa bırakarak aklıyla hareket ettiği ileri sürülerek “akılcı”, hatta “ibahacı” gibi ithamlarda bulunulmuştur.
Önce şu soruya bir cevap vermek gerekir: Akılcılıktan ne anlıyoruz? Akılcı olmak suç mudur? Bir Müslüman, İslamın anladığı anlamda, onun terminolojisi içinde, hemen her konuda aklını kullanmak, akılcı olmak zorunda değil midir? Şu hadisleri bir tarafa atmak mümkün mü? : “İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur”; “Bir kimsenin Müslüman olması, o kimsenin akıl derecesi malumunuz olmadıkça, o kadar hoşunuza gitmesin”; “Ey Ali Halk, Allah’ü Taala’ya çeşit çeşit iyilik ile yaklaşırsa sen aklın çeşit çeşit verimleriyle yaklaş ki dünyada insanlar arasında ve ahir ette Allah nezdinde yüksek derecelerde onlardan ileri olasın”; “Halk hayır işler, ecirleri ise akıllarına göre verilir”. İslamda aklın yeri ve önemi hakkında daha pek çok misal vermek mümkün, ama bu sözü çok uzatır. Şu halde, bir insanın aklını kullanması yerilecek şey değil, övülecek bir şey; bir Müslüman onsuz düşünülemez. Ama, eğer bu akılcılık anlaşılıyorsa, yani aklın ötesinde, akıl üstü hiçbir şey [ilahi menşeli vahiy bilgisi v.s.] kabul etmeyen, kuru akılla her şeyi çözeceğini zanneden yaklaşım kastediliyorsa, bu itham da Ali Şeriati için gerçeğe dayanmayan, pek haksız bir suçlama olur. Pascal diyor ki; “İki türlü aşırılık vardır: Aklı hiç hesaba katmamak ve akıldan başka bir şey tanımamak”. Kanaatimce, Şeriati, bu iki aşırılıktan birine düşmeden, en mükemmel örnekleri sergilemektedir eserlerinde. Hatta şunu da ifade edeyim. Zaman zaman, eserlerinde, onun romantik, şair ruhunun akılcı yönüne baskın çıkararak acele ve duygusal olduğu söylenebilecek kimi teşhis ve tespitlere gittiğini bile söylemek mümkündür sanırım. Ama, kupkuru akılcıdır demek, asla mümkün değildir. Nitekim, feylesofların içinde en aydınlık yüzün sahibi olarak vasıflandırmasına rağmen yine de yeterli bulmaz, rasyonalizmin piri Sokrat’ın kalbine Mevlana’nın aşkını ve Hallaç’ın rahatsızlığını yerleştirmek gerekir diyor.
ÇAĞLAR: Sizin ilave edeceğiniz bir şey var mı Sayın Tahir?
TAHİR: Ben bu konuda ancak şu kadarını söyleyeyim; sizin de belirttiğiniz gibi, ki siz bir hadis-i şerif söylediniz, Kuran da akla çok önem verir. Ayrıca şöyle bir hadiste var: Mealen; “Bir saat tefekkür, yetmiş yıllık ibadetten daha hayırlıdır”. Bu konuda pek çok ayet zikredilebilir.
ÇAĞLAR: Teşekkür ederim, ben başka bir konuya geçmek istiyorum. Sayın Kozak, sizin bir sosyal bilimci olarak bu konular üzerinde yoğun çalışmalarınız var. Özellikle İbn-i Haldun üzerinde İktisadi Zihniyet Meseleleri konusunda çok önemli bir çalışmayı yürütüyorsunuz. İbn-i Haldun bugün sosyolojinin kurucusu olarak kabul ediliyor. Büyük bir İslam düşünürüdür aynı zamanda. Çalışması, düşüncesi veya diğer bazı açılardan günümüz İslam ve sosyologu ola Ali Şeriati arasında İbn-i Haldun’la bir ilgi kurabilir misiniz? Tabii İbn-i Haldun çok farklı bir asırda yaşamış, çalışması da farklı mahiyette.
KOZAK: Aralarında beş aşıra yakın bir zaman fasılası olmakla beraber, yine de kimi yönlerden benzerlikler bulunabileceği kanaatindeyim. Tabii, çağdaş bilimsel verilerle bezendiği için Ali Şeriati’de çok daha renkli bir düşünce zenginliği gözlenir. İbn-i Haldun’u büyük yapan, daha çok, o devrin şartlarında herkesin pek o kadar üzerinde durmadığı konular üzerinde düşünmesi ve özellikle yaşadığı çağ dikkate alındığında çok orijinal bazı değerlendirmelere ve tespitlere varmış olmasıdır.
Önce, düşünce yöntemleri, meseleleri ele alış tarzları bakımından bir karşılaştırma yapmak istersek. Demin akılcılıktan bahsettik. Kelimenin İslami anlamıyla, meselelere akılcı bir açıdan yaklaşma; hadiseleri doğuran sebeple üzerinde düşünerek, sosyal hadiselerin mantığını, kanunlarını yakalamaya çalışma; elde edilebilen tüm kültürel kaynakları, verileri akılcı bir değerlendirmeye tabi tutarak çağdaş yorumlara ulaşma noktalarından Şeriati ile Haldun arasında büyük benzerlikler görmek mümkün. Meseleyi şöyle ele almakta fayda var: İbn-i Haldun’u, devrinde veya daha önce ve sonra yaşayan bir çok alimden, düşünürken ayrılan, onu hala çağın düşünce aleminin gündeminde tutan özellik nedir acaba? Bence bu özellik, demin ifade ettiğim gibi, İbn-i Haldun’un düşünce yönteminde, onun aklını, muhakeme gücünü diğerlerine nazaran daha aktif, daha dinamik, daha metotlu ve bilinçli bir şekilde kullanabilme kabiliyetinde yatıyor. [Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, yine tekrar etmemde yarar var. Çünkü maalesef İslami terminolojiyi yerleştiremediğimizden, kullandığımız kavramların İslami muhtevasını iyi belirleyip, tanıtamadığımızdan dolayı yanlış anlama ve anlaşılmaların arkası bir türlü kesilmiyor, dolayısıyla çekişmenin, fitnenin önü alınamıyor, bir bardak suda fırtınalar koparılıyor. Biz burada akıl ve akılcılıktan bahsederken, bu kavramları daha önce açıklamaya çalıştığım anlamda, yani vahyin ışığında, vahiy terbiyesinden. Disiplininden geçmiş, yetkisini, yerini ve haddini bilen akılcılık anlamında kullanıyoruz.] İnsanların, küçük veya büyük topluluklar halinde bir arada yaşamaları, bunun ortaya çıkardığı sorunlar, dinamikler; tarih boyunca devletlerin, şehirlerin, medeniyetlerin doğmaları, gelişmeleri, çöküntüye uğramaları ve yakınmaları İbn-i Haldun’dan önce ve sonra da gözlenen, merak edilen bir konuydu şüphesiz. Aynı hadiseleri onlar da gözlemekle beraber, “marifet görülende değil görende, görmesini bilende” hikmetine binaen İbn-i Haldun, diğerlerinden farklı şeyler görebilmiş, sezebilmiş ve ortaya koyabilmiş. Diğerleri diyor ki, “Bunca devletler, medeniyetler doğdular, geliştiler, yıkıldılar. Yalancı dünya, kime kaldı ki…”. Bu çeşit biraz gerçek, biraz mistisizm ve karamsarlık kokan ve bizim için asıl önemli olan yönü şurada; bunun ötesine düşüncesinin uzatmadan, aktif değil pasif bir yaklaşım ve düşünce tarzıyla ahlar ve vahvahlarla yetinip meseleyi geçiştirme tavrı. Biraz daha düşünmeye zorlanırsa belki şunu da eklerler: “Zaten efendim, bunca müncer işlenirken, başımıza taş yağmadığına şükredelim. Tanrı bizi kurtara!..” Mesele kapanmıştır. Hâlbuki İbn-i Haldun ise, bununla yetinmiyor ve devam ediyor. Elbette her şey Allah’ın takdiri ile oluyor, bu doğru ama bir de Allah’ın sünneti, Kuran’da ifade edildiği şekilde “Sünnetullah” var. Nasıl, tabiat, madde âleminde tabii kanunla [Sünnetullah] varsa ve biz bunları araştırmak, öğrenmek ve gereğine göre hareket etmekle yükümlüysek; sosyal hadiselerin akışına da benzer kanunlar olmalı diyor. İşte İbn-i Haldun sosyal hadiselerin dinamiğini çözmeğe, bunlara ilişkin “sünnetullah”ı yakalamaya çalışıyor. Her iki zihniyet de İslami bir temelden hareket ediyor. Gerekçeleri, izahları dini esaslara dayalı, ama ikisi arasında ne kadar büyük bir kapsam farkı var… Zannedersem, İslam âleminde hem sosyal ilimlerin hem de tabii ilimlerin belli bir dönemden sonra duraklaması ve gerilemesinde bu zihniyet farkı en önemli rolü oynadı. Daha açık bir örnek vermek istersek: Yağmur, şüphesiz Allah’ın takdiriyle, “sünnetullah”ın kuralları içinde yağar. Bunu ifade ettikten sonra, adım adım ilerlemeye çalışarak, yağmura ilişkin “sünnetullah”ın işleyişini, safhalarını araştırmak ve sebepler zincirinde gücümüz yettiğice daha ileri merhalelere tırmanmaya çalışmak İslam’a aykırı olmadığı gibi, İslam’ın teşvik ettiği, hatta emrettiği bir konu olduğu halde; bu çeşit araştırmaların ve bu konulara ilişkin düşüncelerini dine aykırı olduğunu zanneden, imanının sarsılıvereceğinden endişe eden bir zihniyet gelişmiş ve asırlarca İslam dünyasına egemen olarak düşünce ve bilimsel gelişmeyi zincire vurmuştur. Bugün bile, örneğin, su buharı yüklü bulutların soğuk kuru tabakalarıyla karşılaşmasının bu sebeple halkasının son zincirini oluşturduğunu söylediğinizde, “imanını yitirmekte olan bir zavallı” teşhisiyle yüzünüze bakacak insanlara rastlamanız mümkündür. İşte bu yanlış zihniyetin yerleşmesidir ki müslümanı, İslam’ın, İslam düşüncesinin gelişmesinin en büyük engeli yapıvermiştir. İbn-i Haldun, düşünceyi sınırlayan bu tür engelleri aşabilmiş, sadece seyredici değil; arayıcı, aktif, araştırıcı zekanın, düşüncenin örneğini ortaya koyabilmiş bir simadır ve bu özellikleri, daha cevval, kabına sığmaz boyutlarıyla Şeriati’de de bulmak mümkündür.
ÇAĞLAR: İbn-i Haldun’un en çok tanınan düşüncelerinden biri “asabiyet” kavramı ve bunun toplumsal ve siyasal alandaki sonuçları, boyutları. Bu kavrama değişik izahlar getiriliyor. Kimi, tamamen kan, soy sop dağı olarak alıyor ve ırkçı yorumlamalara gidiyor; kimi ekonomik yapı ile ilgili Marksist izahlara kalkıyor. Sosyolojinin kurucusu sayılan, en kıdemli İslam sosyologu İbn-i Haldun ile en genç İslam sosyologu Ali Şeriati arasında asabiyet” kavramına ilişkin bir karşılaştırma yapmanız mümkün mü?
KOZAK: Önce, müsaade ederseniz şu noktaya işaret edemeden geçemeyeceğim: İbn-i Haldun’un ve onun düşüncelerinin gerçek boyutlarıyla ortaya konabildiği kanaatinde değilim. Çünkü, şimdiye kadar bu iş ya müsteşriklerin ya da Marksistlerin güdümlü yaklaşımlarına terk edilmiştir. Hâlbuki İslam’ı yeterince bilmeyen kişinin İbn-i Haldun’u iyi anlaması mümkün değildir. Bu durumun tabii bir sonucu olarak da, Haldun ve onun mefhumları üzerinde çok değişik yorumlar yapılmaktadır.
Benim anladığım kadarıyla İbn-i Haldun’un “asabiyet” görüşü, sosyolojik olmaktan ziyade, temelde psikolojik bir kavramdır. Önce bu psikolojik boyutlarıyla kavradıktan sonra sosyolojik yorumları yapılmak gerekir. Bir vecize vardır: Eğer bir insanın hayatından daha kıymetli bir şeyi yoksa onun hayatının da kıymeti yoktur” diye. İşte İbn-i Haldun’da asabiyet kavramı, kişinin benimsediği ve uğruna hayatını ortaya koymaktan çekinmeyeceği yüce bir değeri ifade eder. Bir başka ifade ile, kişiler, hayatlarını anlamlandıran, yüce saydıkları bir üst değere sahip oldukları, bu yüce değeri benimsedikleri ve bu değeri bir saldırı olduğu zaman tereddütsüz ve şiddetle karşı koymaları ölçüsünde yüksek bir asabiyete sahiptirler demektir. Buna karşılık, kişiler hayatlarından daha üstün bir değer tanımadıkları zaman, onların asabiyeleri de zayıflamış, ortadan kalkmış demektir. Bu kavramın sosyal boyutlarını da şöyle ortaya koymak gerekir: kişilerin, benimsedikleri ve uğrunda hayatlarını dahi çekinmeden ortaya koydukları değerler, o toplumun tüm bireyleri veya büyük bir çoğunluğu tarafından paylaşılırsa o zaman bu “toplumsal asabiyet” şeklinde görünür ve toplumsal bir güç halinde ortaya çıkar. Bu noktada, Marx’ın “fikirler kitlelere mal olunca, aksiyon haline dönüşür” düşüncesiyle aynı çizgiye gelinmektedir. Yani, bu fikri Haldun, asırlarca önce ifade etmiş olmaktadır. Şu halde, belli değerler, idealler kişilerce benimsedikçe, benimsenme ölçüsünde o kişiler ve onlardan oluşan toplumları güçlendiren bir aksiyon haline dönüşmektedir ki bu prosese, potansiyel olarak kişilerde ve toplumlarda mevcut ve benimsenen değerlere bir saldırı olduğu zaman hemen ortaya çıkacak bu yüce “asabiyet” denmektedir.
Asabiyet enerjisinin yakıtını oluşturan değer, o toplumunun, insanların durumuna göre belirli bir aileyi, kabileyi, kavmi benimseme, yüce tanıma duygusuna dayalı olabileceği gibi [nesebe asabiyeti]; belli bir mefkûre’ye ideolojiye, dine dayalı [sebebe asabiyeti] da olabilir. Tarihi gelişimle birlikte, özellikle İslam dan dan sonra neseb asabiyetinden, doğru bir geçiş olduğuna veya olması gerektiğine İbn-i Haldun işaret etmektedir.
İbn-i Haldun böylece, fikri, ideolojiyi, dini, benimsenen yüce değerleri toplumsal hadiselerin, tarihin akışında temel bir yere oturtarak; Marx’ın, her şeyi iktisadi alt yapıyla [üretim teknolojisi ve üretim ilişkileriyle] izah eden tarihi materyalizmine tam karşıt bir yerde durmaktadır. Spengler de “Toplumları yücelten, onların sahip oldukları ruhtur” derken aslında İbn-i Haldun’un “asabiyet” kavramını tekrarlamış oluyordu.
Gelelim, bu kavramın Ali Şeriati ile ilgisine. O’da, Haldun gibi, toplumsal olayların akısında en önemli yeri inanca ve --İbn-i Haldun’un ifadesiyle söylersek-- bu inancın ortaya çıkardığı “asabiyet enerjisi” ne verir. “Bugüne kadar, yeni bir iman olmadıkça hiçbir toplumda büyük bir medeniyetin olduğu görülmemiştir”, “aydınların görevi, toplumda gerçek ve taze bir iman, ortak bir bilinç doğurmaktır” derken aynı şeyi kastediyordu. Bir başka yerde, halka sorumluluklarını, kim olduğunu, nerede ve niçin yaşadığının bilincini öğretmedikçe ve halkın kendisine anlam vermesini sağlamadıkça gerçek bir kalkınma gerçekleştirilemez derken de işaret etmek istediği, bence İbn-i Haldun’un asabiyet kavramından farklı bir şey değildir. Haldun’da da asabiyeti oluşturan kabilesine, kavmine, önderine bağlılık duygusu veya sebep asabiyetinde inandığı değere veya değerler sistemi [aslında her ikisinde de bir değer söz konusudur, ancak değerin izafe edildiği temel farklıdır] kişinin [ve toplumun] kendine anlam vermesini sağlayıcı, hayatını anlamlandırıcı bir fonksiyon görür.
ÇAĞLAR: Bu sorunun bir devamı olarak Şeriati’nin ekonomi düşüncesi, ekonomiye ilişkin görüşleri tartışma konusudur biliyorsunuz. Belki Şeriati’deki ekonomi düşüncesi pür-ekonomik olarak soyutlanamaz, bu konudaki görüşleri o’nun toplumda ilgili düşüncelerinin içindedir. Bu açıdan, ekonomi düşüncesi yerine toplumsal düşüncesi demek daha uygun olabilir. Şeriati’nin kitaplarında, düşüncelerinde ezilenler, fakirler; kendi deyimleri ile müstaz’af önemli bir yer tutar. Bizim ülkedeki bazı okuyucuları mesela, zaman zaman Marksist terminolojiyi çok kullandığını, Marksizm’in etkisinde kalmış olduğunu falan söylemektedirler. Ayrıca kitaplarında bazı cümlelere rastlıyoruz, mesela Medeniyet ve Modernize kitabından bir cümle nakledeyim: “Müstaz’af, çaresiz ve güçsüzlerin Rabbi”, veya başka bir yerde “Allah Peygamberini bizim sınıfımızdan mı seçmişti” gibi. Bu açıdan, ta eski Mısır’daki piramitleri yapmak için taş taşıyan, bu taşları taşırken binlercesi ölen kölelerin acısını çektiğini görüyoruz. Bu konuya bu kadar ağırlık vermesi veya devamlı alt sınıfı, ezilenleri savunması tartışmalara yol açıyor.
Sayın Kozak, bir Müslüman düşünür için, hem de pür insana önem veren bir Şeriati için bu özelliği nasıl değerlendirirsiniz?
KOZAK: Efendim, bu tür [Şeriati’yi suçlayıcı] düşüncelerin, hem İslam hem de Marksizm yeterince bilmemekten kaynaklandığını zannediyorum. Uzun asırlar boyunca kendi fikri zenginliklerimize karşı o kadar ilgisiz, duyarsız kalmışız ve bu değerler başkaları tarafından öylesine yağmalanmış, kapışılmış ki; şimdi aslında bize ait olan bu değerleri tanıyamıyor ve sırf onlarda gördük diye reddetmeye kalkıyoruz.
Önce şunu söyleyeyim: Marksizm nedir? Raymond Aron’un çok iyi bir şekilde tespit ettiği gibi, -Şeriati de bunu Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri adlı eserinde zikrediyor- “Marksizm, Marksist olmayanların söylediklerinin ustaca biriktirilip, yığılmasından başak bir şey değildir.” Marx, asırlardan beri, ferdiyetçilik, sınıf kavgaları, iktisadi ilişkilerin- iktisadi yapının sosyal ve siyasal alandaki etkilerine ilişkin söylenenlerin harika bir sentezini yapmış ve usta, çarpıcı bir üslupla sunmuştur. Marksizm oluşturan temel fikirlerden hiçbiri yoktur ki, daha önce şu veya bu biçimde başkaları tarafından söylenmemiş olsun. Hatta bizzat Marksistler -biz bu konuda kendileri ile aynı kanaatte olmasak da- mesela İbn-i Haldun’un ekonomik yapı ve üretim ilişkilerinin sosyal yapıya etkisi konusunda Marksist görüşle aynı paralelde olduğunu söylemektedirler. Şimdi, Marx, kendinden önce söylenen bunca fikirleri sistemine aldı diye bütün bu fikirlere, bunları ortaya koyanlara, bu arada diyelim İbn-i Haldun’a sırt mı çevireceğiz? Bu pek ilkel bir davranış olur. Farz edelim, bunların hepsini Marx söylemiş olsaydı bile, kendine, kendi inanç sistemine güveni, saygısı olan herkes, bunların üzerinde düşünür ve aklına yatanı kabul eder, diğerlerini bırakır. Sırf antitez olma ve kendine karşıt sistemi ne derse desin kendini onun aksini savunma zorunluluğunda hissetme tavrı, maalesef, şahsiyetimizi ve orijinalliğimizi yitirmeye başladıktan sonra bize musallat olan çok kötü bir hastalıktır. O kadar ki, Marksizm’e Şeriati kadar sert ve can alıcı tenkitler yönelten bir başka Müslüman düşünür göstermek zor olduğu halde, onun hakkında bu nevi ithamlar söz konusu olabilmektedir.
Mekke’deki kâfir zengin-soylu zümresi Hz. Peygambere gelerek, “etrafındaki bu fakir, baldırı çıplak adamları savmazsan bize senin yanına gelmeyiz, biz onlarla beraber olamayız” diyorlardı. Şimdi, 14 asır sonra onun ümmeti olan bizler, Marx yoksul sınıflara, işçilere dayalı bir sistem geliştirdi diye; ezilen, sömürülen insanlara ve onların sorunlarına yüz mü çevireceğiz! İslam, imandan sonra, hemen helal kazanç üzerinde durur, “helal kazanç” kadar hiçbir sorun üzerinde durulmaz. Helal kazanç ne demektir? “Haksız olmayan, sömürüye dayanmayan kazanç” demektir. Böyle bir kazanç hangi şartlarda elde edilebilir? Sömürüye, haksız kazançlara yer vermeyen bir iktisadi, sosyal düzende. Sömürü esası üzerine kurulan bir nizamda, Müslümanların sömürme veya sömürülmeden kendilerini tamamen kurtarabilmeleri mümkün mü? Hayır. Öyleyse, sırf Marx sömürüden bahsetti diye, şimdi Müslümanlar sömürüye, haksız kazanca karşı mücadele etmekten vaaz mı geçecekler? Kuran’ı Kerim’de birçok ayette, sömürüye, haksız kazanca dayanarak edildikleri servetin kendilerini şımarttığı zümrelerin, zengin-soylu sınıfların tüm toplumun felaketini sebep oldukları belirtilirken [İsraf Suresi 16. ayete bakılabilir]; İslam’ın doğuşundan 12 asır sonra Marx bunlardan söz etti diye, biz iktisadi yapının, üretim ilişkilerinin sosyal ve siyasal alandaki etkilerini; gelir dağılımındaki dengesizliğin, sosyal adaletsizliğin tahrip edici sonuçlarını inkâr mı edeceğiz! İnşallah, Şeriati gibi düşünürlerimizin sayısı arttıkça, böyle anlamsız ve aptalca saplantılardan kendimizi kurtaracağız.
ÇAĞLAR: Sayın Tahir, siz Şeriati’nin yetiştiği toplumu da bilen biri olarak onun bu konudaki yaklaşımlarını nasıl ele alırsınız?
TAHİR: Gerçekten, Şeriati’nin en önemli yönü ve konuşmalarının özü bu sorunuzla ilgilidir. Esasen, Nas ve Felek surelerinin açıklanmasından sonra, üç önemli unsur üzerinde durur. İnsanı insanlığından çıkaran üç şey vardır der: Bunlardan birisi zor, ikincisi zer [altın], üçüncüsü de tezvir [yalan dolan]. Gerçekten insanlık tarihinde hep bu üç şeyi önemli olmuştur. Zer, ekonomiyi, iktisadi güçlülüğü; zor, hükümeti, baskıyı; tezvir ise, halkı uyutmayı, din adıyla olsun, başka adlarla olsun insanı aldatmayı ifade eder. İnsan, insanlığına kavuşmak için bu üç şeyle mücadele etmek durumundadır. Der ki, Marksistler, ekonomik farklar ortadan kalkarsa her şey hallolacak, insanlar kardeş olacak sanıyorlar hâlbuki böyle değil. Eğer zer gitse, ekonomik farklar ortadan kalksa, zor kalsa yine zer ve tezviri yardımcı alacak, yine eski durum devam edecektir. bu sebeple bunu üçü ile de savaşmak önemlidir. Hatta zer ve zor’u ortadan kaldırsan ve tezvir kalsa, seni hem de Allah’ın ismi ile aldatıp, istismar ederler. Mesela der; Hıristiyanlar Afrika’ya Allah’ın ismi ile gitmediler mi? Onlar, bizzat misyonerler, sömürücülerin temsilcileri idiler. Şeriati, Kenya eski cumhurbaşkanı Como Kenyata’dan naklen der ki, Hıristiyanlar Afrika’ya gittiler, onların ellerine birer İncil verip ardından bütün madenlerini ve kaynaklarını sömürdüler. Yani, İncil’i verdiler, her şeyi aldılar. Bu gösteriyor ki, Şeriati hem ekonomiye ve hem de zor ve tezvire önem verir; bunun üçünün tarih boyu insanlığı insanlığından çıkardığını defalarca vurgulamıştır. Bugün de bunun üçünün beraber olduğunu görebiliriz. Bu unsurların tarihteki temsilcileri: Firavun, Karun ve Bel’im’dır. Firavun zor’un, Karun zer’in, Bel’im da tezvir’in temsilcisi ve sembolüdür. Ve bu tarih boyu devamlı tekrarlanır, isimler değişir sadece. İnsan olarak yaşamak isteyenler, hep bu üçüyle savaşmışlardır. Peygamberimiz de bu üç boyutla savaşmıştır; o, bu konuda en büyük örnektir. O, hem Mekkelilerin paralarıyla, hem İran ve Romalıların zoruyla, hem de Yahudilerin tezvirleriyle savaştı. Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Şeriati’ye göre sadece ekonomi, hiçbir zaman esas olmamıştır, fakat önemli unsurlardan biri olmuştur.
ÇAĞLAR: Bu konuda bazı şeyler daha ilave edilebilir. Tabii çok geniş bir konu. Şeriati’yi bu konuda yanlış anlamak, biraz da okuyucunun, mesela özellikle Müslümanların bu terimlere yabancı olmalarından kaynaklanabilir. Bu terimler Marksizm vasıtasıyla insanlara duyurulduğu çoğu yerde, bu doğrudur. Bu sebeple, hemen bu terimler Marksizm’e çağrışım yaptırıyor. Sonra, belirttiğiniz gibi, hikmeti bulduğumuz yerde tabii alırız, almalıyız, ancak, bu hikmetler bizim kendi malımız, başak yerlerde bulduklarımız değil. Sadece biz kendi hikmetlerimize yabancılaşmışız. Sizin de belirttiğiniz gibi, bizim kendi medeniyetlerimizin unsurları bunlar, şimdi duyunca okuyunca bize yabancı geliyor. İnsan haysiyeti, insanca yaşaması, her ne şekilde olursa olsun kula kul olmadan, hür olarak yaşaması, İslam’ın özü değil midir?
Bir de bu konuda Şeriati’nin bu terimleri bu şekilde kullanmasında kendisinin bir sosyolog olması, yani sosyoloji dili kullanması etken olabilir diye düşünüyorum. Bazı terimlerin çağdaş anlamları yerleşmiştir, bazı alanlarda bazı terimler bu şekilleri ile kullanılırsa çağdaş anlamı ancak o zaman ortaya çıkar. Yığınları, çağının gençliğini etkilemek isteyen insan, onların anladığı terimlerle seslenmek zorundadır. Hem de, bir sahanın bilim adamı oluşu o bilimin terimlerini kullanmayı alışkanlık haline getiriyor tabii.
TAHİR: İzniniz olursa burada ben bir noktaya işaret etmek istiyorum.
ÇAĞLAR: Ben hemen bitiriyorum. Netice olarak, Ali Şeriati her şeyden önce bir Müslüman olarak insana değer verir, ezilmesine karşı çıkar. Peygamberimizin hayatı bu konuda örneklerle doludur. Bir de, tabii Şeriati’nin yaşadığı ortam hep bu konulara götürür onu. Toplumunda baskı vardır, dengesizlikler vardır, baskı ile işbirliği eden din adamları vardır. O toplumda yaşayan kişinin, düşünürün bunları dile getirmesi kaçınılmazdır. Sonra, bir hedefi vardır kendi toplumunun geleceği için, yığınları etkilemek istemektedir ve etkilemiştir. Devrim’de onun ve arkadaşlarının rolü büyüktür. Sabık başkan Beni Sadır’ın bir konuşması var, gençlere verdiği bir konferansta diyor ki: İman Humeyni bir mesaj gönderdi bize ve halka, diyor ki, bu devrimde “mustaz’af”ın rolü çok önemlidir, devrimi onlar yapmışlardır, bu unutulmamalıdır ve onların hakları mutlaka verilmelidir. Humeyni bunu söyledi ve biz de bunu düşünmeliyiz, zaten düşünüyorduk diyor. Şeriati’ler de bunları izleyerek, bilerek yaşadılar, o günlerin olduğu buydu. O hayatın içinde yetişmiştir. İnsanın düşüncesini sosyal hayatından soyutlamak yanlıştır, mutlaka derin izleri olacaktır.
Ancak, Şeriati’yi Marksizm’in etkisinde görmek büyük yanılgıdır. Şeriati’nin Marksizm’e yönettiği eleştirilerinin tutarlılığını hiçbir düşünürde bulamasınız icabında. Hamid Alg ar diyor ki: “Bütün bu kitapları [özellikle Ali Şeriati’ninkileri] İslam dünyasının başak yerlerinde yapılan Marksizm eleştirilerinden ayıran özellikler: 1-- Marksizm ve felsefi temelleri hakkında derin bir bilgi. 2-- İslam ve Marksizm arasındaki farklılıkları Kuran’dan deliller getirerek ortaya koyma yerine, Marksizm’in kendi içinde yaşadığı mantıki çelişki ve tutarsızlıkların sergilenmesidir”. Şeriati, Marksizm, öncülerini çok iyi öğrenmiştir. Bu sebeple, “Onun Marksizm’e eleştirisi, İslami bütün bir nizam olarak görüp anlatmasının dışında tutulamaz. Marksizm’i eleştirirken hiçbir zaman yalnızca onu sevmediğinden hareket etmez. Bütün bu faktörlerin birleşimi olarak ortaya köktenci ve uzlaşma olduğu kadar, ciddi ve yeterli bir eleştiri ve reddiye çıkar”.
KOZAK: İzninizle, bu terminoloji konusunda bir şeyler eklemek istiyorum. Bir düşünce sisteminin, üzerinde durduğumuz türden tartışmalarla vakit kaybetmemesi ve netliği, kararlı bir kişiliğe kavuşması için kendi terminolojisinin oluşturması şart. Özellikle çağdaş sorunlara ilişkin İslam düşüncesinin en önemli eksikliklerinden biri bu. Ama, şu gerçeği de kabullenmek lazım: Asırlarca hayattan koparılmış, kitaplar arasına hapsedilmiş bir düşüncenin, bu çağın kendine özgü şartlarıyla ilgili sorunlarına aynı anda hem çözüm yolları bulmasının, hem de bunları kendi terminolojisiyle açıklamasını beklemek aşırılık olur. Hele hele, bunu bir kişiden beklemek çok haksızlık. Eğer televizyonu siz icat etmemişseniz, hem icat edenin ona koyduğu ad’ı kullanmak, hem de onun kendi kültürel şartlarınıza uygun olmayan fonksiyonlarına da katlanmak zorunda kalırsınız. Aslında nötr, suçsuz olan bu alet, sizin sosyal yapınızda yabancı bir ajan, yıkıcı bir beşinci kol gibi hizmet görmeye başlar. Yavaş yavaş, kendi ülkenizde imal etmeye başlasanız ve ona kendi yapınızla ahenkli bir fonksiyon kazandırmaya başarsanız bile, onunla ilgili terminolojiden asırlarca sonra bile yakanızı kurtaramayabilirsiniz. Onun için, sorunun taşıdığı olağanüstü güçlüğü dikkate almak lazım. Böyle olunca, kendi terminolojimizi getiremedik diye, hayatın en önemli alanlarıyla ilgili düşüncelerimizi ortaya koymaktan kaçınmamız gerektiği kanaatinde değilim.
Aynı durum Marksizm’in dışındaki pek çok konuda da söz konusu. Freud çıkmış, cinselliğin, cinsellikle ilgili güdülerin insanın özel yaşantısında ve toplumsal yaşantıdaki etkilerine en önemli yeri veren bir görüş, bir ekol geliştirmiş. Bu fikirlerin bir çoğu belki de İslami görüşle bağdaşmıyor, [Belki diyorum, çünkü cinsiyetin insan psikolojisinde ve sosyal alandaki yerine, etkilerine ilişkin hem İslami hem de Freud’a ait görüşlerin Müslüman psikologlarca yeterince araştırıldıktan sonra böyle bir tespite varıldığını bilmiyorum. İslam’ın cinsellikle ilgili konulara verdiği ağırlığın da bir ölçüde farkındayım.] Şimdi, bu böyle diye ve bu konuda kendi terminolojimin oluşmadığı için, İslam’da aynı konuya hayret edilecek kadar çok ve ilginç malzemeyi değerlendirmekten vaaz mı geçeceğiz? Freud bu konuya bizden önce yöneldi ve yanlış bir mecra verdi diye, bu konuyu ona terk edemeyiz. İslam’ın bir konuda söylenecek sözü varsa, hiçbir şeyden yılmadan ve çekinmeden gücü yettiğince onu ortaya koymaya çalışmak Müslüman entelektüelin namus borcudur. İlkel bazı telkin ve baskıların bizi bu hedefimizden caydırmasına izin vermemeliyiz.
Keza, Darvin evrim teorisini ele aldı ve hoşumuza gitmeye bazı iddialar ortaya attı diye, Kuran’ı Kerim’de evrim konusuyla ilgili son derce enteresan ayetler gözümüzün önünde dururken, hadiselerle ve diğer İslam kaynaklarında aynı konuda son derce değerli pek çok bilimsel malzeme bizi beklerken, bu konuyu da Darvin’e terk edemeyiz. Aksine, bu alanlara olanca gayretle yönelerek, bu silahları Freud veya Darvin’in elinden almak ve onların Islama karşı kullanılmasını önlemek, yine Müslüman entelektüele düşen yüce bir görevdir.
TAHİR: Benim belirtmek istediğim şuydu; Bu yeni terimleri kullanması konusunda kendisi de bir açıklama yapmıştı. Özet olarak diyor ki; “Bizim terimlerimizi çok yanlışça, alçakça kullanarak yıpratmışlar. Bugün bu terimler pörsümüş çoğu. Ben gençlere, örneğin, züht, zahit kelimesini söylesem onların anlayacakları şey; Pir-i fani bir ihtiyar, mecalsiz, elinde bir tespih, bir cami köşesinde… Hâlbuki züht bu değil, bununla ilgisi yok. Ben onlara önce züht yerine “puritanisme revolutionary” diyordum. Yani, insanın kendisini temizleme devrimi yapması diyordum. Fakat gençler bunun züht olduğunu sonra anlıyorlardı. Katletmişler terimlerimizin anlamlarını. Bu sebeple ben gençlere önce anlayacakları terimlerle sesleniyorum, batı eğitim sisteminden yetiştikleri için, onların kelimelerini kullanıyorum. Sonra, o kişi kendinden devrim yapınca zaten terimleri falan aşacak veya kendi terimlerini bulacaktır.” Gerçekten pek çok terimi canlandırmıştır, Şeriati. Örneğin, en başta “şahadet” kelimesi neydi, iyi bilinmezdi. O bu terimi gerçek anlamı ile açıkladı ve o terim eski etkileyiciliğine kavuştu gençler için.
Yani, özü anlatmak için pörsümüş terimlerin yerine yeni terimler buluyordu, aynı zamanda kendi terimlerimizi de asıl anlamına kavuşturmaya çalışıyordu. Böylece, sonuçta dili ve kelimeleri en etkili vasıta olarak kullanmış oluyordu.
ÇAĞLAR: Teşekkür ederim, bu açıklamanız çok önemli. Tabii biz bu terimlerle ilgili bizzat kendisinden bir açıklama bilmiyorduk. Bu konuya yeterli açıklık geldi böylece. Onun için bugünün insanına ulaşmak önemli diyor neticede.
Ben bu konuya son vermeden önce bir şey daha öğrenmek istiyorum sizden. Biliyorsunuz İran’da çeşitli Marksist gruplar var. Orada, Marksist grupların da Şeriati’yi okudukları, beğendikleri, ondan etkilendikleri gibi bazı şeyler duyulmuştur. Bu konuda bir açıklama getirmek ister misiniz?
Yine, Furkan diye aynı bir grup vardı, Ali Şeriati’nin yolunda olduklarını, onu lider kabul ettiklerini falan açıklamışlardı, yanılmıyorsam. Bu konuda da bir bilgi verir misiniz?
TAHİR: Marksistler Şeriati’nin Marksizm’e çetin eleştiri ve reddiyesini çok iyi bilirler. Fakat Şeriati çok boyutlu bir insandı, çağdaş bir insandı, seçkin bir sosyologdu, İran’da yaşayan özellikle entelektüel kesim kendisini okurdu, dinlerdi genellikle. Bunun yanında Marksistler İran’da Şeriati aleyhine kitap yayınladılar, sırf onun için.
Furkan konusuna gelince, tabii herkes kendi faydalanacağı fikirleri alabilir. Bazen kendilerini önemsetmek için onun fikirlerini kabul ediyorlar. Ancak, Furkan birçok bilgin kişiyi öldürdü, CIA’nin ajanı olarak çalıştı bazan da. Onu yaptırmak için sahip çıkıyorlar. Furkan bunu yaptı. Şeriati de bunu belirtir; bir kişiyi yıpratmak istiyorsanız onun karşısına çıkmayınız, ona sahip çıkıp, yanlış takdim ederek içten içe yıpratınız, bize hep bunu yapıyorlar diyordu. Onu savunun, fakat kötü savunun, bu daha iyi bir yıpratmadır. Hani, örnek olsun için; bir adamı övüyor görünerek, “çok iyi adamdır, devamlı uyur, çok yemek yer” gibi.
ÇAĞLAR: Bu arada Sayın Tahir, Şeriati’nin mollalar denilen grupla veya kişilerle arasında bazı ihtilaflar var mıydı? Bu konuda, İmam Humeyni’nin bir konuşmasından Ali Şeriati ile de ilgili bazı şeyler söylemiş olduğu duyulmuştur. Humeyni sanki Şeriati’yi bazı açılardan tasvip etmiyor gibi bir şeyler yayılmıştı. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?
TAHİR: Zaman zaman bazı mollalarla arasında ihtilaf oldu. Özellikle çok tutucu olan kişilerdi bunlar. Hatta Şeriati’ye Vahhabi v.s. dediler. Zaten Şeriati de tezvir’i, belam tipini belki bu sebeplerle gündeme getirmişti. O da onlara kızıyordu, dini yanlış tanıtıyorlar diyordu. Zaten gerçek din adamları ile arsında böyle meseleler olmamıştır, onlar da onu hep takdir etmişlerdi.
Mesela, Şeriati’nin yazdığı ve sahneye konan bir tiyatroya bazı mollalar bu tiyatro İslami olamaz diye karşı çıkmışlar, tehdit etmişlerdir. Orada Ebu Zer’in hayatı canlandırılacaktır. Yobaz tipi mollalarla arasında bazı ihtilaflar olmuş ki o tipler Şah devrinde de yönetimin yanında yer almışlardır genellikle.
İmam Humeyni, konuşmalarında şahısları ve isimleri hiç zikretmez. Daha çok gelen terimler kullanır. Ali Şeriati konusunda da ismen belirterek bir şey söylememiştir. Fakat şu bilinir ki; o, Şeriati’yi takdir eder, sever.
Ve imam Humeyni de mollalara Şeriati’nin yönelttiği eleştirilere benzer sözler söylemiştir, zaman zaman. Mesela bir defasında der ki, kötü molla benim nazarımda Savak ajanlarından daha aşağıdır. Böyle sert bir eleştiriyi mollalar için söylüyor. Bir defasında da demişti ki; bazı mollalar, bir kısım entelektüel için vahhabi diyorlar, bu yanlıştır. Onlar vahhabi değildirler, bunlar söylenmemelidir. Burada vahhabi sözüyle kastettiği Şeriati idi. Çünkü bir kısım mollalar, Şeriati’ye böyle demişlerdi. Ve onlara diyordu ki; niye buna vahhabi diyorsunuz, O iyi bir müslümandı. Humeyni’nin talebelerinden biri, bir din adamı İmam Humeyni’ye Ali Şeriati nasıldır, diye sormuş; O da “yazdıkları çok değerli şeylerdir, yalnız din adamlarına bu derce fazla yüklenmesine gerek yoktu”, demiş.
Yine bu konuda başka bir olay; İran’da bundan 300 yıl önce yaşamış Muhammed Bakır-ı Meclisi isminde bir din adamı Bahar’ül-Envar isimli tam elli ciltlik bir kitap yazmış. Bu bizim fıkhımız konusunda en önemli kaynaktır. Ancak bu zat, o zamanın Saf evi Şahı Sultan Hüseyin’e bağlı imiş ve bu kitabına da şöyle bir takdim yazısı yazmış: “Bu kitabı Hz. Sultan filan filan Şah Sultan Hüseyin-Adil’e ithaf ediyorum”. Ali Şeriati, kitabında bu zatı çok eleştirir, bu nasıl bir Şia olabilir ki, bir tane fasık sultana kitabını ithaf ve takdim eder, der. Buna benzer birçok eleştirileri vardır mollalara. Yani diyor ki; bu tipler çok büyük âlim de olsalar ben onları tasvip etmiyorum. İslam’ı İran’dan uzaklaştıran bir sultana iltifat eden bilgini tasvip etmiyordu. Bütün bu sebeplerle de kendisine, O vahhabidir diyorlardı.
ÇAĞLAR: Bundan sonraki bölümde Ali Şeriati’nin yazdığı bazı özel konulara da yer verelim istiyorum. Şeriati kitabının birinde diyor ki; her dinin kendine has bir ibadeti vardır, çok kendine has. İslam’ınki ise cihadadır. Bu da çok yeni yahut bizim yeni duyduğumuz bir tespit oluyor. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?
TAHİR: Bizim fıkhımıza göre iki konu var; Muamelat ve ibadet, ibadet sekiz kısımdır, Namaz, Oruç, Hac, Cihat, Emr-i bil ma’ruf, Nehy-i anil münker, Zekât ve Humus. Yani, Cihat ibadetler içindedir. İslam’da cihadın yeri ve önemi bellidir, Şeriati de bunu çok önemle belirtir.
ÇAĞLAR: Şeriati’nin çok işlediği konulardan biri de modernleşme oluyor. Bilindiği gibi, bu konu özellikle üçüncü dünya ülkelerinde hep gündemdedir. Genellikle batılı sosyal bilimcilerin ve siyasetçilerin tanımlarının ölçekleri esas alınıyor. Ve tabii, her yönü ile Batı hayat düzeyi ve tarzı model alınıyor, model olarak. Konulan ölçekler üzerinde de hepten anlaşılıyor denilemez. Bazıları kullanılan teknoloji ve ürünlerinin en önemli görüyor. Bir kısmı haberleşmenin, ulaşımın gelişmesini esas alıyor. Veya yaşama tarzı, batı anlamında kadın hakları, seçimlere katılma, haber araçlarının takip oranı esas alınabiliyor. Tabii, batılı sosyal bilimciler en azından somut denebilecek, kesinlik arz eden ölçekler belirlemişler kendilerine göre. Bu terim, Üçüncü Dünya Ülkelerinde ise korkunç yanlışlıklar içinde kullanılmaktadır. Zaten, politikanın ve halkın dilindedir genellikle. Hiç kesinlik taşımaz, hatta hiç bilmeden, kelimeyi bile bilmeden kullanılır. Bu ülkelerde, özellikle Orta Doğu ülkelerinde bir sihirli kelime haline gelmiştir. Büyük bir özentiyi simgeler olmuştur. Mesela kıyafet için, yemek yeme tarzı için kullanılır olmuştur. Doğum günü kutlamalar gibi davranışlar esas alınır olmuştur. Yani, en basit davranışlara indirilmiştir. Bu kelimeyi üreten ve yayan batının kıyafetle falan meselesi yoktur oysa. Kıyafet veya geleneksel davranış insanın ve toplumun kendine özgü kişiliğini açıklar, kişilik verir yani. Şu söylenebilir; batı anlamında modernleşme ölçeği, en genel şekli ile batının ürettiği teknoloji seviyesine ulaşma, o ürünleri kullanma şeklinde belirtilebilir. Bu zaten peşinde diğerlerinin getirecektir. Yani, teknoloji kendine has insan, toplum ve davranış tarzını er geç getirmektedir. Kurumlaşma; ferdiyetçilik; geleneksel bağlar yerine sosyal kurumlarla bağlar; çekirdek ailenin gelişmesi; şehirlerin büyümesi, sanayileşmenin peşinden gelecek olan değişimlerden bazılarıdır. En geleneksel denilen toplumlar bile buna karşı koyamamıştır. Sık sık Japonya, bir de romantik hava ile sanki toplum ve insanı değişmeden sanayileşme ülke gibi gösterilmektedir. Hâlbuki Japonya bir küçük Amerika olmuştur bugün. Üstelik Amerika da olamamaktadır, çünkü doğulu insanın batılı insan davranış kalıplarına girmesinin, tam girmesinin mümkün olmadığı yine en iyi orada görülmüştür. Kendine has batılı ve bocalayan insanlar.
İşte Şeriati bu terime çok daha değişik bir bakış getirir. Aslında diyor özet olarak, modernleşme, batının kendi ürettiği malları az gelişmiş ülkelerde satmak için türettiği, uydurduğu bir görüştür. Yani bir sömürü silahıdır. Önce, şu düzeyde sanayileşmeyen, şu şu teknoloji ürünlerini kullanmayan ülke modern olamaz dediler, bunu yaydılar, sonra da ürettikleri o malları sattılar bu ülkelerde. Bu terimle o ülkenin insanlarını aşağılık kompleksi içinde soktular, bunu en önemli araç olarak kullandılar. O insanlar daima kendilerinin çok aşağı düzeyde görüyorlardı böylece. Ve tabii bu işlene işlene bugünkü hava oluştu.
Bu terimi bu şekilde ele alışı -ki gerçekte bunu ben tam olarak nakledemedim, kendisinden okumak gerek- batıyı iyi tanımasının bir neticesi olsa gerek.
Herhalde sizler daha fazla açıklık getirirsiniz bu konuda.
KOZAK: Gerçekten çok önemli bir nokta bu. Bu iki terimin, modernleşme ve medenileşmenin birbirine karıştırılması kadar belki hiçbir şey bize, İslam ülkelerine, az gelişmiş ülkelere zarar vermemiştir. Sorunu kültürel, sosyolojik boyutları yanında iktisadi boyutlarıyla da görüyor ve olanca çarpıcılığıyla gözler önüne seriyor. Gerçekten modernizem adına takdim edilen şeylerin hemen tamamı tüketimle ilgili. Halbuki, az gelişmiş ülkelerin meselesi “tüketim” değil, “üretim”. Bu da, modernizemle değil medeniyetle ilgili bir konu. Medenileşme maskesi altında yürütülen yüzeysel ve sahte modernleşme uygulamaları, yerleştirdikleri tüketim alışkanlıkları sonucu kültürel ve sosyal yapımızda, değerler dünyamızda yol açtığı çarpıklıklar bir yana, hem bizi batının fabrikalarının zavallı bir müşterisi haline sokuyor, onlara bağımlı kılıyor; daha da önemlisi tüketim eğilimimizi aşırı ölçüde artırdığı için, tasarrufa, yatırıma ve üretime ayırmamız gereken fonları eritiyor ve hiçbir zaman üretme imkânı bulamayan, hep bağımlı kalmaya mahkûm uydu bir kalabalık haline dönüştürüveriyor. Bugün, İslam ülkelerinin ve genel olarak az gelişmiş olan ülkelerin iktisadi kalkınma savaşında başarısız olmaları aslında buradan kaynaklanıyor. Üretmeden tüketmek isteyen insanlar, ülkeler oluşturulmuş. Aslında esas mesele, iktisadi olmaktan ziyade kültürel ama arızanın nerede olduğunun farkına varmamaları için dikkatleri hep başka alanlara, salt iktisadi alana çekiliyor. Hâlbuki iktisadi alandaki çıkmazın çözümü kültürel sahada yatıyor. Üretmeden tüketmek hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir umut. İktisatta, “fakirlik fasit dairesi” diye tanımlanan bu çemberden kurtulabilmek için, İslam Ülkeleri ve az gelişmiş ülke aydınlarının, halkın Şeriati’nin bu görüşlerini iyi anlamaları gerek.
TAHİR: Bu tüketim konusunda Şeriati merhum şöyle bir şey anlatır: “Fransa’da sosyoloji tahsil ediyordum. Gazetelerde bir reklâm gördüm, Renault otomobil fabrikası bir sosyolog arıyordu çalıştırmak için. Ben de sosyoloji doktorası yapıyordum, henüz bitirmemiştim. Gittim o adrese ve Sorbon’da sosyoloji doktorası yaptığım, ilan üzerine o işle ilgili geldiğimi söyledim, işin ne olduğunu sordum. Dedi ki o yönetici, biz ürettiğimiz arabaları Afrika’da satmak istiyoruz. Fakat özellikle daha ilkel bölgelerde bu arabaları onlara nasıl satabileceğimizi, onları buna nasıl teşvik edip, alıştıracağımızı tespit etmek istiyoruz. Bu insanların araba sürecek caddeleri bile yok bazı yerlerde, ne yapmalıyız ki onlar bizim arabalarımızı alsınlar. İşte sosyolog oralara gidecek, onların toplumlarını inceleyecek ve biz de o bilgilere göre bir politika takip edeceğiz. Bir de örnek anlattı bu yetkili; sana bir örnek vereyim, Afrika’da kabile halinde yaşanır, bu halen pek çok bölgede mevcuttur, bu kabilelerden birinin başkanına bir araba verdik, bu da arabayı eşek gibi evinin önüne bağlamış, bazı zamanlar da ona binip gezmek ister, fakat arabayı da kullanamaz. Sonra evin çevresinde biraz binmek için arabayı eşeklerin arabasına bağlar, eşeklere çektirerek gezer. Tabii yavaş yavaş alışırlar, 2-3 yıl içinde. Ancak, biz daha tutarlı sosyolojik tespitler istiyoruz.
“Ben hemen ayrıldım oradan, bu bir istismar konusu idi, kendi ürettiklerini onlara satmak için aldatma yoları arıyorlardı. İşte böyle yollarla insanları tüketim delisi yaptılar ve yapıyorlar. Bu sebeple, modernizem başka şey medeniyet başka şeydir, medeniyet üstün bir kelimedir”, der.
KOZAK: Evet, sebeple neticeyi birbirine karıştırmaktır yapılan aslında. Meşhur iktisatçı Samuelson’un güzel bir benzetmesi var. “Zenginler puro içer, ama puro içerek zengin olunmaz.” Yani, bu misalde puro içmeyi modernleşmek, zenginleşmeyi de medeniyet olarak yerine korsanız, “modernleşerek, medenileş ilemez” denmek isteniyor. Aslında, modernleşme hadisesi puro içerek zenginleşeceğini zannetme aptallığından ibaret. Ama bu kadar basit de olsa, bunu; çağın dev kitle haberleşme, basın-yayın araçlarıyla; dışa güdümlü eğitim sisteminin telkinleriyle şartlandırılmış, alien (yabancı) olmuş aydınlarına ve halka anlatmak sanıldığı kadar kolay değil. Zaten, bu problemleri çözmek o kadar kolay olsa, dünyada gelişmemiş ülke kalmazdı, çünkü hiçbir ülke halinden memnun olduğu için azgelişmişliğin ezikliğine katlanmıyor; bir çıkış yolu bulamadığı için, çıkış yolunu bulamaz hale getirildiği için katlanmak zorunda kalıyor.
ÇAĞLAR: Şeriati terimler üzerinde, sözcükler üzerinde çok durur. Çünkü anlatımda esas unsur bunlardır ve ayrıca konularını bu önemli terimler üzerine kurar. Bunlar pörsümüş, anlamını kaybetmiş olursa veya anlam kazandırılmamış olursa anlatım, etkili anlatım da mümkün olmaz. Sözcükler anahtarlardır. Özellikle de onu üzerinde durduğu terimler önemli bir düşünceyi, konuyu temsil eder.
Bunlardan biri de “aydın” terimidir. Bu da yine özellikle Orta Doğu ülkelerinde modernleşmede olduğu gibi, anlamı, muhtevası bilinmeden kullanılır. Ölçüleri de kaybolmuş veya yanlış oturulmuştur. Siyasi veya polemik taşıyan bir anlam verilir olmuştur. Çok yüzeysel ölçüler ve ölçekler içinde kullanılmaktadır. Şeriati, bu Aydın, Entelektüel, Bilgin, Halk gibi terimleri çok işler bu sebeple. Mesela, aydın olmakla diplomanın ilgisi yoktur der. Diplomalı kişi aydın olmayabilir, diplomasız da aydın olabilir. Entelektüel ile aydını ise şöyle ayırır: Entelektüel düşünen kişidir, düşüncesinin hangi yönde olduğu önemli değildir; hâlbuki aydın toplumu için sorumlu bir insandır, toplumunun hayrını düşünür ve toplumu ile bütünleşir. Aydının görevi bu bütünleşmeyi sağlamaktır. Bilginin yeri ise daha farklıdır. Bilgin aydın olamayabilir, o bilgi üretir, tespitler yapar, keşifler yapar; aydın ise bu bilgilerin ürettiklerini de toplumu için malzeme olarak kullanır. Ben bu konuda bir iki ana noktayı belirttim.
Sizler, toplumumuzun bu açıdan problemlerini de göz önüne alarak bu konuya daha fazla açıklık getirirsiniz.
TAHİR: Elbette aydın ile diploma ilişkisi kurulamaz. Aydın kelimesi ile sorumluluk kelimesi birlikte gelir. Aydının en önemli görevi halkla entelektüelin arasını bulmak, bütünleştirmektir. Ve nesil boşluğunu gidermektir. Köprü kurma görevi onlarındır, halk bunu yapamaz. Problemler onların sırtındadır.
KOZAK: Konuyu şu açıdan da yaklaşmak mümkündür sanırım. İslamda şu üç zümrenin durumuna çok büyük önem ve yer veriliyor. Toplumların huzurunda, gelişmesinde ve çöküşünde bu üç zümre baş sorumlu. Bunlar, yöneticiler (hâkimler de dâhil), zenginler ve ulema. Pek çok ayet, hadis sıralamak mümkün bu konuda. Bu üç sınıf içinde de hepsinden önemlisi ulema sınıfı, çünkü değerleri ve herkes bunların eğitiminden geçerek biçimleniyor. Dini kaynaklarda, hadislerde bu üç sınıfın, özellikle de ulemanın taşıması gereken özellikler üzerinde o kadar durulur ki. Gerçekten de toplumları yönlendirmede bunlar pek stratejik bir konumdadır. İşte Şeriati bu genel İslami yaklaşım içinde, ulema sınıfının taşıması gereken özellikler üzerinde duruyor. Bir toplumda bu sınıf, Şeriati’nin “aydın” diye nitelediği grubun özelliklerini yüklenirse; o toplum bütün sorunların üstesinden gelebilir. Onun bu konuya ilişkin düşüncelerini, daha önce üzerinde durduğumuz, topluma yeni bir iman, mesaj aşılamaya ilişkin düşünceleriyle birlikte değerlendirdiğimizde bu daha bir açıklığa kavuşacaktır. Bu imanı yığınlara aşılayacak kimse aydından başkası değildir. Yepyeni bir iman aşılaması veya tazelemesi yapılmadan da bir toplum büyük atılımlar yapamaz.
ÇAĞLAR: Şeriati’de bir değişik nokta da bilimler tasnifi ile veya bilim alanları ile ilgilidir. O, sosyoloji yerine psikoloji önemlidir diyor bir sosyolog olarak. Çünkü diyor: esas olan insanıdır, psikoloji insanı konu alır; sosyoloji bir nevi psikolojinin önünü tıkamış, dolayısı ile insana eğilmenin, direk insanı hedef almanın da önü tıkanmış. Sosyoloji toplumu öne çıkarmış ve insanı tamamen toplumla, toplumsal olaylarla izaha kalkmıştır. İnsanı öz olarak, değer olarak ele almıyor. Gittikçe sosyoloji bütün dertlerin devası gibi ele alınırken ve kendisi de o ortamda yetişmişken böyle değişik ve gerçekten önemli bir görüş geliştirmesi yine onun durmamacasına düşünme özelliğinin bir sonucu olsa gerek.
Efendim, tabii Şeriati’nin ele aldığı pek çok konuyu burada değerlendirmek, tartışmak mümkün değil. Ben, izin verirseniz konuşmayı burada kesmek istiyorum. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey varsa buyurun.
Önce, bu konuşmaya katıldığınız için sizlere teşekkür ederim.
Bu konuşmada, Ali Şeriati ile ilgili kimi noktaları tartışmış olduk. Şüphesiz daha çok şey söylenebilir. Ancak, zaten bizim gayemiz Şeriati’yi bütün yönleri ile ele almak değildi, bu mümkün de değildi. Bu vesile ile günümüzün bazı meseleleri de gündeme geldi, konuşuldu. Dileğimiz, Şeriati ve diğer düşünürler üzerinde konuşulsun, tartışılsın, eleştiriler yapılsın; yani düşünceler canlılık kazansın, devinim içinde zihinsel yapılar gelişsin böylece. Ancak bu şekilde kitaplar ve düşünceler anlam kazanacak.