İki çağdaş Müslüman düşünürden Ali Şeraiti, “Gelenek mutlaka alt edilmelidir” derken, diğeri Seyyid Hüseyin Nasr, “Gelenek her şeydir ve hiçbir şey gelenek dışında sahih varlığını idame ettiremez” demektedir. Bu iki İranlı aydının, bu taban tabana zıt ifadelerine ne anlam vermeli? Birini kolayca “devrimci” diye nitelerken, öbürünü de aynı kolaycılıkla “muhafazakar” olmakla yaftalamalı mıyız? Yada birinin muhafaza edelim, diğerinin değiştirelim dediği şeyin, yani geleneksel İslam’ın mahiyetini nasıl kavramalı?
Sanıyorum düşünce dünyamızda giderek belirginleşen iki net anlayışın altını çizmemiz gerekiyor. Bunlardan birincisi, modern İslamcılık düşüncesine başlangıcından beri egemen olan ‘pratik’ yada pratikten neş’et eden düşünce çizgisidir. Bu düşünce çizgisinin belirgin özellikleri sık sık çağın ‘gerçekler’inden söz etmeleri, İslam’ın önündeki engellere daha somut, hatta deyim yerindeyse ‘maddeci’ bir biçimde bakmaları dini [İslam’ı] kutsallığından soyarak neredeyse din-dışı [profan] bir perspektiften görmeleri ve Gelenek’e kuşkuyla bakmaları şeklinde özetlenebilir. Bunlara bir de savunmacı/özür dileyici tutumu eklersek tablo aşağı yukaru tamamlanmış olur.
İkinci netleşen çizgi ise daha teorik kaçar birincinin yanında. Olgulardan değil ‘ilkeler’den yola çıkar. Olayların pratikteki “tezahürü”nden çok, onların asl’ını, hakikatini göz önünde bulundurur. Bu yüzden idealisttir, yani dünyevi hadiseleri kozmolojik çevrim içinde işgal ettikleri yere göre değerlendirir. İslam’ın kutsal özü üzerinde ısrarla durur. Kutsallığını kaybetmiş bir dinin savunulmaya değer pek bir yanının kalmadığını öne sürer. Olayları hep Bir’e [Allah’a] atfederek yorumlar ve sosyal ve politik oluşumların sonuçta birer nedenden çok sonuç olduğunu, bu oluşumlara yorum getirebilmek için asıl Neden’i [Nedenlerin Neden’ini] kavramak gerektiğini belirtir. Ve Batı medeniyetinin yarattığı şartlara teslim olmayı, onları İslam’ın günümüzde yaşaması için ‘veri’ kabul etmeyi reddeder.
Bu iki düşünce biçimini şu şekilde netleştirebiliriz: Pratik düşünce adını verdiğimiz düşünce biçimi İslam’ın geçerliliği ile, daha doğrusu uygulanabilirliği ile ilgilidri. İlkelerden yola çıkan idealist çizgi ise İslam’ın sahihliği, daha doğrusu ‘sıhhat’i üzerinde durur. Bu yüzden birinci çizgi, Althusser’in ayrmıyla uygun [just], elverişli olanı ararken, ikinci çizgi doğru [vrai], yani Hakk üzerinde odaklaşır.[1] Birincisi eylem-merkezli, ikincisi bilgi-merkezlidir. Dolayısıyla birincisinde düşüncenin sıhhati üzerinde yeterince durulmadığından ve pratiğe ağırlık verildiğinden doğru düşünülüp düşünülmediği önemsizleşir. Örneğin siyasi yorumlarıyla tanınan bir müslümanın ağzından şöyle bir cümle çıkıverir: “Tabiat insan vücudunu ve diğer canlıların yapılarını bu cihazdaki [termostat] sistemler gibi donatmıştır”.[2] İnsanı ve diğer canlıları, Allah değil tabiat donatmıştır!
Görüldüğü gibi düşüncesini arındırmaya değil, dış dünyayı ıslah etmeye yönelmiş bir düşünce bu tür temel akidevi ‘sürçme’lerden kurtulamamaktadır. Öte yandan, düşüncenin sıhhati üzerinde duranlar Bir’e yükledikleri anlam gereği dünyevi oluşumlardan [siyaset, toplumsal ilişkiler vb.] çok, ilahi plan üzerinde dururlar. Kısacası, İslam’ın uygulanabilirliğini vurgulayanlar [şu ‘çağın gerçekleri’ni göz önünde tutanlar] İslam’ın sahihliğinden taviz vermek durumunda kalırken, İslam’ın doğruluğu üzerinde vurgu yapanlar [örneğin teknolojiyi İslam’a zarar verdiği için reddedenler] ise İslam’ın günümüzde uygulama imkanlarını ihmal ederek onun günümüze ‘uygun’ oluşundan taviz verirler. Öyleyse, yazımızın başında Şeraiti ve Nasr’dan yaptığımız alıntılarda karşımıza çıkan çelişkiyi nasıl açıklamalı?
Gelenek Şeriati’nin gözünde mollalar sınıfının ısrarla korumaya çalıştıkları tabanı, zeminidir. Bu zemin onların altlarından çekilip alındığında İslam’ın geleneksel kurumlarda aldığı [ki gerçek İslam’da bu mevcur değildir] dokunulmaz kutsal hale yırtılacak ve ‘ideolojik İslam’ adını verdiği ‘uygun’ oluşum meydana çıkacaktır. Şeraiti İran’ın önündeki, İran’ın çağdaş dünyada kendine yakışan bir yer bulması için bu mollalar sınıfının mutlaka bertaraf edilmesinden yanadır. Ulaştığı sonuç ise geleneğin mutlaka değiştirilmesi yönündedir.
Oysa Nasr’ın Gelenek’e [geleneğe değil] bakışı tümüyle İslam’ın vahyi boyutundan başlayıp günümüze kadar süregelmiş ve içerisinde İlahi mesajı taşıyan bir espri içermektedir. Gelenek’in korunması Allah’ın ellerindedir ve aynı şekilde onun geleceği de tıpkı tüm hadiseler gibi O’nun tasarrufundadır. Gelenek Nasr’a göre genellikle ‘görenek’le ve örf ve adetle karıştırılmakta ve sonuçta gerçek Gelenek [vahy ile başlayıp o vahye bağlanan insanların dini veya dünyevi tüm faaliyetlerini bir ‘esas’a rapteden –zaten ed-din’in anlamı da bağlamaktır- şey] modern anlayışın da etkisiyle gücünü kaybetmekte ve fakat bütün olumsuz şartlara rağmen yaşamaya devam etmektedir.
Geleneğe ilişkin bu iki tavır temelde yukarıda söylediğimiz iki düşünce tarzının bir yansımasıdır.
Kaynak:
Mustafa ARMAĞAN, Gelenek, s.87-90,
Ağaç Yayıncılık, Alternatif Üniversite Dizisi 10,
İstanbul 1992
[1] L. Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, s.6-7; 45 vd.
[2] Dr. Kelim Sıddıki, İslami Hareket: Problemleri ve Amaçları, çev. Mehmet Yolcu, İst. 1988, Bir yayıncılık, s.24