Zaman mı? değil zaman/
akan zaman değil mesafelerdir:
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/
Şiirimiz aşkımız yeniden/
Son kötü günleri yaşıyoruz belki/
İlk güzel günleri de yaşarız belki/
kekre bir şey var bu havada/
Geçmişle gelecek arasında/
Acıyla sevinç arasında/
öfkeyle bağış arasında/
(...) Biz kırıldık daha da kırılırız.
Kimse dokunamaz bizim
suçsuzluğumuza...”
Cemal Süreyya
Sevgili Dr. Ali Şeriati,
Senin 1980’li yılların başlarında tanışmıştık. İran devriminin rüzgarı ile gelen tercüme furyası, önce senin kitaplarını getirmişti. Sonradan, devrimin gerçek ideoloğu olduğunu öğrendik. Ama İrandan gelen haberler, senin kitaplarının mollalar tarafından yasaklandığını, fikirlerinle karşı sistematik bir ambargo uygulandığını söylüyordu. Doğu felsefesinin deposu olan, hikmetin ve şiirin ülkesi İran, Şehinşah’lık rejimini yıkmış ama yerine Mollaşahlık düzeni kurmuştu. İslami devrim olmuştu ama Ali Şeriatı yasaklanmıştı. Şah rejimine karşı bir ömür kalemi ve yüreğiyle mücadele veren, onbinlerce genci ‘Hüseyniye İrşad’ denilen sivil okullarda bilinçlendiren, defalarca hapsedilen, sürgün edilen, aç, işsiz bırakılan, hasta çocuğunu dahi tedavi ettiremeyen, ama yine de yılmadan yorulmadan yazan, konuşan ve 1977 yılında sürgün gittiği Londra’da İngiliz istihbaratının yardımıyla İran ajanlarınca şehid edilen o büyük öğretmen, Sosyolog Doktor Ali Şeriati, ‘İslam devrimi’nden sonra yasaklanmıştı. Neden acaba?
Biz ise , Ali Şeriati’yi yeni keşfetmiştik. 12 Eylül rejiminden demokrasiye geçiliyordu ve İran devriminin etkisini sınırlamak için sağcı-sünni bir İslamcılık pompalanıyordu buralarda. ‘devlet mi korkuyordu, Amerika mı, İsrail mi, İngiltere mi, en çok hangisi korkmuştu bilemiyorum ama, devrimin ihracına karşı bulabildikleri tek silah, ruhsuz bir yeşil kuşak Müslümanlığıydı. Biz o zamanlar buna Amerikancı İslam diyorduk.
Ali Şeriati ismi, tıpkı İranın Şii mollaları gibi, bizim Sünnici mollaları da rahatsız etmişti. Tek bir cümlesini dahi okumadan, Ali Şeriati hakkında olmadık iftiralar atılıyordu. Şeriati şiiydi, gizli marksistti-ne demekse-, sapık fikirleri vardı, Allah, peygamber, Kur’an ve İslam hakkında itikat dışı yorumlar yapıyor, gençlerin kafasını karıştırıyordu, vb..İlginçti, İran’daki dinci molla rejimi ile Türkiye’deki laikçi molla rejimi, aynı kişiden korkuyor, aynı nedenlerle kaygılanıyor ve neredeyse aynı iftiralarla saldırıyordu. Acaba neden?
Biz her şeye rağmen okuyorduk Ali Şeriati’yi. ‘İnsanın Dört Zindanı’, ‘Biz ve İkbal’, ‘Dua’, Medeniyet ve Modernizm’, ‘Marksizm ve diğer Batı düşünceleri’, ‘Kevir’, ‘Ali şiası Safevi Şiası’, İslam-Bilim’, ‘Ne yapmalı?’, ‘Öze Dönüş’, ‘Dine karşı Din’, ‘Fatıma Fatımadır’, ‘Ebuzer’, ‘Dinler Tarihi’… Beynimiz allak bullak oluyor, bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyordu. Şeriati, bir deprem etkisi yaratıyordu:
“Tarih, sınıf mücadelesi ve efendi köle kavgasıydı. Ezenler ve ezilenler, Habil-Kabil çatışmasıyla başlayan bir mücadelenin taraflarıydı. İnsan, beşer yanından gelen kötülükle, Allahın ruhundan gelen iyiliğin çatıştığı ve bu çatışmada İlahi yanın kazanması ile insanlaşabilecek bir türdü. varolan insan, olması gereken insan değildi. Dört zindan içinde yani, doğa, tarih, toplum ve insanın kendi zindanı içinde yaşıyorduk. Doğadan, tarihten, toplumdan, bilim ve akıl ile kurtulabilirdik. Ancak, kendi zindanımızdan, beşer yanımızdan, zaaflarımız, bencilliğimiz, ihtiras ve yıkıcı tutkularımızdan ancak ve sadece aşk ile kurtulabilirdik. Aşk, varlığın özüydü ve bütün peygamberler, çöl, çobanlık ve hicret ile, bu aşkı tazelemeye gelmişlerdi. Gerçek din buydu: İnsanı özgürleştirmek.. Ancak, zer (altın, mülkiyet), zor (iktidar ve güç) ve tezvir (sahte tanrılar ve sahte din)den oluşan beşer düzenleri, insanı köleleştirmiş, kullaştırmış ve özne olmaktan çıkartmıştı. İslam, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın, Buddhanın, Zerdüşt’ün, Sokrat’ın, Mani’nin, aşk ve özgürlük mesajının en son halkasıydı ve özü buydu! Mevlana, ‘Biz Kuranın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık’ demişti. Ali Şeriati, işte bu özün peşindeydi ve İslam olarak bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmeye ve anlamlandırmaya çağırıyordu.
Marks’tan, Sartre’den, Alexis Carrell’den, L.Massignon’dan, Franz Fanon’dan, Mahavera’dan, Tagore’den, Pascal’dan bahsediyordu. Yunan mitolojisinden örnekler veriyor, Upanişadlar’dan, Vedalar’dan alıntılar yapıyordu. Konfiçyus’u, Lao Tse’yi, Eflatun’u, Aristo’yu, Descartes’i, Hegel’i anlatıyordu. Atman’ı, Samsarayı, Brahmanı, diyalektiği, monadı, aşkı, aklı, bilimi, felsefeyi, ahlakı, estetiği, sanatı arka arkaya sıralıyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu.. Başımız dönüyor, yüreklerimiz kanat çırpıyor, aklımız zorlanıyordu.
Bizde olmayan, yada çok az bulunan bir tarzı vardı Şeriati’nin. Hz. Ali’den yola çıkıp, Promethe’ye, Fatıma’dan başlayıp Meryem’e, oradan Kybele’ye, İsa’dan Buddha’ya, Hindistan’dan Atina’ya, Paris’ten Afrika’ya, Mekke’den Meşhed’e, Çölden kente, devrimden aşka atlıyor, şiirden, müzikten, resimden, heykelden, sınıflardan, sömürüden, bahsediyordu. ‘Aydın’, diyordu Şeriati, ‘peygamberi bir misyonu vardır, dava ve eylem adamı olmak zorundadır. Toplumu bilinçlendirmeli, yol göstermeli, öncü olmalıdır.’ Aydın, aykırı olmalıdır, yalnız ve yabancı, halkla iç içe ama halkın bir adım önünde..’
Ali Şeriati, niteliksel bir bilinç düzeyiydi. O düzeyde sağcılık, solculuk, İslamcılık, milliyetçilik anlamsızlaşıyor, insan, varoluş, tarih, adalet, özgürlük ve arayış evrensel bir anlam kazanıyordu. Bir Müslümana da, ateiste de, Hristiyana da, Budist’e de konuşuyor, ortak, evrensel ve insana ait bir dil kullanıyordu. Kurumsal dinleri, dogmalaşmış ideolojileri, bütün yerleşik kurumları ve kuralları sorguluyor, her şeye yukardan ve derinden bakmanın özgüvenini kazandırıyordu.
Sonuçta, İran’da ve Türkiye’de Ali Şeriati’nin bu kadar çok ve benzer düşmanının olması tesadüf değildi. Hepsinin ayakları altındaki halıyı çekiyor, hepsinin kullaştırdığı insan tipini özgürleştirip bilinçlendiriyordu. Ali Şeriati okuyanlarla okumayanlar arasında her zaman düzey, zeka ve bilinç farkı oldu. Şeriati okumayanlar, ‘yeşil kuşak islamcılığına’ kolay yem oldular. Çünkü, dertleri, davaları, düzeyleri, hep güdük kalmıştı. Geleneksel dini literatürle, alışıldık ezberlerle ve bir yığın tabuyla, ne dünyayı anlamak ne de anlamlı bir gelecek tasarlamak mümkün olmuyordu. Belki de bu nedenle, ‘yeşil kuşak İslamcılığı’, yerel ve genel iktidarlardan, toplumsal servetten ve statü ve ün dağılımından istediği her payı fazlasıyla aldı ama, hiç bir zaman muktedir olamadı, olamazdı da..
Sevgili ‘Doktor’,
Özel notların ve yayınlamadığın makalelerinden oluşan ‘Yalnızlık Sözleri’nden, senin iç dünyana giriyor, daha yakında tanıyoruz. Meğer sen, seni okuyan ve sevenlerle aynı kumaştan, aynı dertten, aynı aşktan yaratılmışsın. Yazdıkların, konuştukların, başka aydınlar gibi bir rol ve misyon gereği değil, samimi, içten ve doğal patlamalardan ibaretmiş. İşte en çok bu yanını sevdim. Zira, biz şarklı insanlar, çoğu zaman yüceltmeleri severiz, insanlara kolayca erişilmez ve üstün nitelikler vehmeder, ün, şan ve statülere büyük önem veririz. Bu nedenle de aydınlarımızı, bilginlerimizi göklere çıkartır, sonrada en küçük bir insani hataları karşısında büyü bozumuna uğrayıp, bilgi ve düşünceye de küsecek tarzda dumurlar yaşarız. Aydınlarımızda maalesef bu vehmedilen konumlara uygun bir rolü oynamaya soyunur, kendileri olmayan bir kişiliğin sahte elbisesi ile dolaşmaya başlarlar. Bu oyun, bizim buralarda kişiliklerin fikir ve eylemlerin önüne geçmesini sağlar ve bir süre sonra neye inandığımızı unutup, kime bağlandığımızı konuşmaya başlarız.
Senin özü sözü bir kişiliğin ve hayatın, zaaflarını, şüphelerini, tereddütlerini itiraf eden samimiyetin, o saf ve doğal iç dünyan, beni gerçekten etkiledi. Bir an için, ülkemizde beş on tane Ali Şeriati ayarında aydın olduğunu düşledim.. Vazgeçtim, bir tane olduğunu hayal ettim. Ne bileyim, tek nedenle mutlak dönüşümlere inanmam ama bir tane Ali Şeriati çıkarmış olsaydı bu ülke, inan çok şey farklı olurdu diye düşündüm. En azından, son otuz kırk yıllık muazzam İslamcı enerjiden bambaşka ve daha ileri bir şeyler çıkardı. Milyonlarca insanın alınteri, emeği, gözyaşı, bileziği, küpesi, harçlığı, umudu, duası, yeşil kuşağa yem olmazdı belki, Avrupacılık, İsrailcilik, Amerikancılık, İngilizciliğe dümen kırmazdı. Ya da irtica öcüsüne malzeme yapılıp toplumun bir kesimini korkutmaz, batının fincancı katırlarını ürkütmezdi. Dini bir köylü ideolojisi ve sistemden pay talep eden yeni sınıfların malzemesi yapmaz ve tüm topluma ve insanlığa hayatın her alanında ileri ve kaliteli yaşam felsefesi ve etiği sunacak bir birikime dönüşürdü.. Daha modern, daha doğal bir Müslümanlık ve daha demokratik bir ülke için mücadele eden bir çok akım ve siyasetin anası olurdu İslamcılık. Hatta, sol ve milliyetçi çevreler dahi, bu düzey ve nitelikten beslenir, emek ve eşitlik kavgası ile vatan ve bağımsızlık kavgası, bir biriyle çatışan değil, bir birini bütünleyen ve geliştiren tatlı bir rekabetin konusu olabilirdi.İnsanlar, etnik yada mezhebi kimlikleri üzerinden konuşmaktan utanır, bu ilkel dil yerine, insanın dilini, hayatın ve özgürlüğün ortak dilini üreten bir konuşma üslubu kazanabilirdi. Keşke, bir Ali Şeriati’miz olsaydı. Bu zihinsel devrim ve seviyeyi ateşleyecek çapta... Keşke..
Sonra bu düşümden uyandım. İyi ki olmamış dedim, sevgili doktor. İyi ki senin gibiler henüz çıkmamış. Eğer çıksaydı, biz de boğmaya çalışır, olmadık iftiralarla sürgün ederdik. Senin kadar kitleleri, özellikle gençliği etkileyen bir yazarımız olsaydı, devlet de boş durmaz, ‘bu memlekete Ali Şeriati lazımsa, onu da ben yaparım’ der ve illaki zindanlarda çürütürdü. Ya da ‘arkasında acaba kim var?’ der ve mutlaka bir yabancı parmağı bulurdu. Alimlerimiz tekfir eder, aydınlarımız kıskanır, örgütlerimiz, cemaatlerimiz önce yanlarına çekip şişinmek ister, olmayınca düşman kesilip karalamaya başlardı. Kitaplarına, fikirlerine bu kadar düşman olanlar, eğer burada yaşasaydın sana neler yapmazdı..
Ali Şeraiti, Franz Fanon, J.P. Sartre, K. Marks, Hegel, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, M.Akif Ersoy, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Cemal Süreya..Bu çapta aydınların çıkabildiği toplumlar, tabii ki bir üst düzeyi gösterir. Ama bundan daha önemlisi, bu çapta aydınları korumak ve yaşatabilmektir. Biz henüz bu aşamaya gelemedik. Henüz bilgi, felsefe ve sanata dönük kuşkularımızı atamadık. Belki de, toplumsal bilinçaltımız, henüz güvenlik ve beslenme ihtiyacını doyurup, uygarlık yaratma eylemine geçemedi. Bu nedenle, her farklı sese önce, elimizden ne almaya çalışıyor, diye bakıyoruz, sonra eğer bundan eminsek, peki karın doyuruyor mu? diye yaklaşıyoruz. Nihayet, elimizden bir şey almayan, ezberlerimizi bozmayan, kafa konforlarımızı rahatsız etmeyen, sahte kamplaşmalarda bir mevki kapmış, sonrada bundan ekmek yemeye başlayan bir sürü aydınımız oluyor. Ali Şeriati’ler de tabii ki, bizim toplumlarımıza birkaç gömlek fazla geliyor.
Sevgili Doktor, sonuçta seni sadece biz okuduk ve sen sadece bizimle konuştun. Biz, Allah’tan başka sahibi olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara, tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir. Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur şifremiz, yada bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir muhabbetimizin en koyu anları.. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri.. Ne mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendimize yontabilen bir heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı, öfkeyi tatmışızdır. Bize, ‘ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla’, çünkü ne yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir, kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız. Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı ve hainden..Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ‘kiliseler’. Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz hem yalnızlık..Hem doğudur ülkemiz, hem batı.. Hem Muhammed’dir önderimiz, hem İsa, Hem Spartaküstür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara’dır kahramanımız, hem Malcolm X, hem İzzetbegoviç’tir, hem Dudayev… Biz bütün şiirlerden tek bir şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.
Biz sadece birbirimize tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi.
Seni daima okuyacağız doktor, daima okutacağız. Seni, biz tanıttık bu toprağın yüreğine, biz dalgalandıracağız o put kıran sancağını. Çocuklarımız, ‘Üstad Ali Şeriati’, diyecek, Ali Şeriati okudum da adam oldum diyecek. Ve seni okumayan ve okutmayanlar, o cehaletin, bağnazlığın, zeka özürlü esnafları, düştükleri çukurun derinliğiyle övünenler, onlar bir gün çocuklarının ellerindeki Ali Şeriati kitaplarını görünce yıkılacaklar. Ali Şeraiti, onların azraili olacak..
Sevgili Doktor, kalem tutan ellerinden öper, şehid kanından süzülen bereket için sana sonsuz teşekkür ederiz. Hüda’nın rahmeti üzerinden eksik olmasın. Hoşça kal.
Kaynak: YARIN Dergisi / Açık Mektuplara Açık Cevaplar