Lenin ve Ali Şeriati'nin yazı başlığıyla aynı ismi taşıyan kitaplarını biliyorsunuz. Şeriati, kitabına bu ismi başlık olarak seçerken, Lenin'den esinlenmiş olmalı. Her iki yazar, ayrı dünya görüşlerine mensup olsalar da, aynı soruyu benzer kaygılarla soruyorlar. Lenin, kitabında, sosyalist teorinin pratize edilmesi için çareler ararken, Ali Şeraiti, aynı ismi taşıyan kitabında, 'Tevhidi Dünya Görüşü'nün hayata hakim kılınması için neler yapılabileceğini tartışıyordu. Her ikisi de, zihinlerinde somutlaşmış bir ideolojik tasarımın toplum yaşamına geçirilmesi için çareler arıyorlardı. Lenin, kendince bunun çözümünü buldu ve teorisini pratik yaşama bir biçimde aktarabilme şansını yakaladı. Şeraiti ise, belki kendi istediği tarzda bir tecrübeyi yaşayamadı ama kısmen de olsa, fikirleri, İran Devrimi'nin gerçekleşmesi noktasında etkili oldu.
Batılı İslam uzmanlarının 'radikal İslam'ın ideologu' olarak betimlemekten hoşlandıkları Seyyid Kutub'un ise, aynı başlıklı bir kitap yazdığını bilmiyoruz. Ama onun da, Yoldaki İşaretler kitabında yapmaya çalıştığı şey, aslında bundan farklı değildi. Onun önerileri, belki Mısır'da pratize edilme imkanı bulamadı ama görüşlerinin, pek çok İslam ülkesindeki İslami grupların ideolojik zeminini oluşturma ve yöntem önerme noktasında hatırı sayılır bir etkide bulunduğu herkesçe kabul edilir. Bunun dışında, İslam dünyasında pek çok düşünür ve yazarın, mevcut şartlar içinde Müslümanları bekleyen görevler konusunda kafa yorduğu ve benzer klişeler içinde kendi önerilerini sundukları da bilinmektedir.
Peki bu tür çabaların ortak özelliği nedir? Lenin'in dediği gibi, devrimci bir zamanın kollandığı dönemde, öncü harekete kılavuzluk yapması için mi yazılırlar, yoksa içinden çıktıkları toplumun pratik sorunlarına işaret etmek için mi kaleme alınırlar?
Öncelikle Lenin örneğini inceleyelim:
Aslında Lenin, "Ne Yapmalı?" derken, artık kendi ayakları üzerinde durduğunu düşündüğü sosyalist harekete, pratik olarak takip edeceği bir 'program' öneriyordu. Fakat bu arada, sosyalist 'teori'nin ciddi açmazlarını da ihmal ediyordu. Çünkü onun için, artık devrime ramak kalmıştı. Ancak, tarihin şahitlik ettiği üzere, bu açmazlar zaman içinde 'sorun' haline geldi ve sosyalist pratiğin SSCB örneği, 70 yıllık tecrübeden sonra, pratik yetersizlikten çok, teorik açmazları ve sıkıntıları yüzünden çöktü.
Şeraiti ise, Şia düşüncesinin kimi kavram ve kurumlarını eleştirmesine rağmen, düşüncesini sistematik bir çerçeveye oturtamadı. Geleneğe yönelik güçlü saldırıları, pratikte yaşanan sıkıntılara yönelikti. O, bir devrim ortamında konuşuyordu ve insanların çoğu, onun sözlerini, eylem sürecindeki işlevine bakarak dinliyorlardı. Devrim gerçekleşti, devlet kuruldu ama bir süre sonra, 'bazı sorunlar'ın halledilemediği görüldü. Aslında o, "ne yapmalı?" derken, bir Şia eleştirisi yapmıyordu. O, Şia'yı aklileştirmeye çalışıyordu. Safevi Şiasına karşıydı ama Ali Şiasına diyecek bir şeyi yoktu. Devrim, çeyrek asırlık tecrübe sonunda, pratikte yaşanan sıkıntılardan çok, teorik açmazların neden olduğu sorunlarla uğraşıyor.
Kutub ise, teorik temelin 'yol işaretleri'ni göstermiş olmakla birlikte, yolda yürümek isteyenlerin somut ihtiyaçlarını (belki de bilinçli bir şekilde) tanımlama noktasında özel bir çaba göstermedi. Bu, kitleleri sevk etmek için gerekli olan 'prog-ram'ın yokluğu anlamına geliyordu. Kutub, 'cahiliye' toplumundan kopuşun gerekliliğini anlatmada başarılıydı, ancak bu, teorinin sistematize edilmesi noktasında görülen 'muğlaklıklar'ın olumsuz etkisini önlemeye yetmiyordu. Nitekim, bu boşluk, görüşlerini aşırılığa yoran militan örgütleri doğurdu. Halbuki Kutub'un formülasyonundan, doğrudan 'militan bir çözüm önerisi' çıkarmak doğru değildi.
İşte bu noktada, bizler de kendimize "Ne Yapmalı?" sorusunu rahatlıkla sorabilmeliyiz. Ancak, cevabı, projeksiyonlarımızı bir başka noktaya çevirmek gerektiğini hatırda tutarak aramalıyız.
O noktayı şöyle izah edebiliriz: Bizler, aslında, başlangıcı II. Dünya Savaşı'nın bitimine dek götürülebilecek bir 'ideolojik kriz' dönemini yaşıyoruz. Daniel Bell, modernitenin bu krizini 1960'lı yılların başlarında görmüş ve 'ideolojilerin öldüğünü' ilan etmişti. Derrida'nın 'yapı bozumu' ve Lyotard'ın 'dil oyunu' kavramsallaştırmaları, akla güveni iptal etmiş; sonuçta post-modernizm, kaos ve komplekslilik teorileriyle birlikte, entelektüel hakimiyeti ele geçirmişti. Bu düşünme tarzı, görececiliğe prim verdi; 'hakikat'e karşı kayıtsız kalmayı da besledi. Batı insanı, sonunda 'akla veda' etti. Büyük Anlatılar, masal oldu; özetle, ne anlatılsa gider oldu!
Post-modernizm, Batı insanının, 500 yıllık modernleşme sürecinde kutsadığı en temel kavramlardan biri olan rasyonalizmin çöküşü anlamına geliyordu. Artık Batı insanı, bir ideal (veya ideoloji) peşinde hayatını vermeyi değerli bulmuyordu. "Savaşma, seviş" sloganı, bu anlayışı en iyi yansıtan cümlelerden biri olarak dillere düştü.
Hatırlanacak olursa, Fukuyama bile, 'tarihin sonu'nda neler olabileceğini tartışırken, "bundan sonra bizi, tatsız-tuzsuz bir dünya bekliyor!" demişti. Elbette o, bunu, post-modern bir jargonla söylemiyordu. Ancak 'ideolojisiz bir dünya'nın 'tadı' olmayacağını o da görebiliyordu. Hemen ardından Brzezinski ise, Batı-toplumlarına yönelik en büyük tehdidin, işte bu 'içsel kriz'den geldiğini söyledi. Bu doğru bir teşhisti, fakat aynı zamanda Batı içindeki 'pesimist' havayı besliyordu [Belki de bu nedenle, Huntington, tehdidin 'dışarı'dan geldiğini söyleme ihtiyacı duymuş olabilir!]
Sahiden de Huntington'un tehdit algılamasının, Batı'yı, içinde bulunduğu 'içsel kriz'den, -en azından bir dönem için- uzaklaştırıcı bir işlevi vardır. Nitekim son 10 yılda, Batı'nın, özellikle İslam dünyasına yönelik 'askeri' operasyonları daha 'net' düşünebiliyor oluşunun altında, bu ideolojik payandanın payı olduğu görülebilir. Ancak askeri çözümlerin, kalıcı olmadığı, tarihten pek çok örnekle desteklenebilir. En bilineni, Moğol istilasıdır.
Özetle, düşünsel gelişme seyrini sürdüren İslam karşısında, Batı'nın uzun soluklu bir öneri ile yeniden tarih sahnesine çıkması ihtimali -tarihsel tecrübelerin ışığında söyleyecek olursak- yoktur.
Fakat İslam'ın bu gelişme trendini sürdürebilmesi için "ne yapmalı?" İşte, şimdi sorulması gereken 'doğru soru' budur.
Bel bükecek ağırlıktaki bu soruya bir çırpıda cevap vermek elbette mümkün değil ama "nereden başlamak gerekir?" sorusunu cevaplamak için belki ilk adımı atabiliriz.
Kanaatimce, öncelikle orijinal İslami dile hakim olanların, sistematik bir çerçeve içinde çözüm önerileri üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyor.
Bu cümlede yer alan 'orijinal İslam dil" ve 'sistematik çerçeve' tabirlerini biraz açalım.
Orijinal İslami dili kullanabilmek için, elbette öncelikle bu dili iyi bilmek gerekir. Ancak burada Amerika'yı yeniden keşfetmeye kalkışmanın yanlış olacağını da unutmamalıyız. Zira İslam, vahye dayanır ve bu tamamlanmış bir süreçtir.
Bu sürecin ikinci aşaması, modern ve geleneksel etkilerden arınmaktır. Bir başka deyişle, 'zihinsel inkılab'ın gerçekleşmiş olmasıdır. Bu ise, İslami kavramlara hakim olmayı gerektirir.
Bu da yetmez; kavramların sistematik bir çerçeve içerisinde ifade edilmeleri gerekir. Sistematik çerçeve ise, genel ideolojik alanlara [epistemolojik, ontolojik, sosyal-siyasal…] ilişkin sorunların, detaylar/cüzler alanında derinlemesine analiz edilerek, genel/külli çözümlere ulaşılması ile çizilebilir.
İşte bu yapılabildiğinde, "ne yapmalı?" sorusuna tatmin edici bir cevap bulunmuş olacaktır.
Burada şu tespiti de yapabilmeliyiz: Müslümanların modern dönemde ortaya koydukları ilmi/entelektüel birikim, bu iki kriter açısından henüz yeterli düzeyde değildir. Bu noktada iyi bir düzey tutturulmadan da, uzun-soluklu somut neticeler alınması mümkün değildir. Bu düzeyin mahiyetine ilişkin hem İslam tarihinin ilk dönemlerinden hem de Batı düşüncesinin gelişim seyrinden örnekler verebiliriz. Unutulmamalıdır ki, ilk dönem Harici, Şii, Mutezili ve Sünni grupların her birinin 'teorik çerçevesi güçlü' ideolojik temelleri vardır. Allah'ın isim ve sıfatları, iradesi, iman-amel ikilemi, insanın fiilleri ve iradesi, büyük günah meselesi, adalet, cihad gibi konularda görülen ayrışma, ekollerin, iç-tutarlılığa sahip formülasyonlar üretebildiklerini göstermektedir. Kelam, felsefe ve tasavvufun da ayrı birer ekol olarak ortaya çıkışlarında, benzeri bir süreci gözlemlemek mümkündür. Batı düşünce tarihine baktığımızda ise, modelin burada da işlediğini görüyoruz. Örneğin 'ulus-devlet' modelinin küresel ölçekte yaygınlaşması, Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi kitabına çok şey borçludur. Aynı şe-kilde 'sınıf mücadelesi'nin küreselleşmesi de Marx'ın Manifestosu'na ve Das Kapital'ine çok şey borçludur. Bu modeli, epistemoloji alanında Descartes'in "Metod Üzerine Konuşmalar'ı ve Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi, siyasal teori alanında Hobbes'un Leviathan'ı, Locke'un Sivil Hükümet Üzerine İki İnceleme'si, Mill'in Özgürlük Üze-rine'si, ekonomi alanında Adam Smith'in Ulusların Zenginliği ve Malthus'un Nüfus Hakkında Bir Deneme'sine uygulamak mümkündür. Modern dönemde Müslüman düşünürlerin, etkinlik açısından bu mahiyette bir eser ürettiğini henüz göremiyoruz. Öze dönüşü öneren ürünler arasında Kutub'un Yoldaki İşaretler'ini, Mevdudi'nin 4 Terim'ini, Şeriati'nin Dine Karşı Din'ini, v.s. başlangıç ürünleri olarak görmek daha doğrudur. Bu ve benzeri çabaların, orijinal üslubun yakalanması yönündeki değerini önemsemekle birlikte, 'ihtiyacımız olan şey' noktasından baktığımızda yetersizliğimi kabul etmemiz gerekiyor.
Şu halde, "Ne Yapmalı?" sorusunun cevabını, bugünün konjonktüründe, 'ilimde derinleşmek' olarak özetlememiz mümkündür.
Kaynak: İktibas Dergisi, Temmuz 2005, Sayı 319