Menyu
Göller Bölgesinde Bir Ada / Cemil MERİÇ
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

Göller Bölgesinde Bir Ada / Cemil MERİÇ

İran'dan Yükselen Ses

 

Yeniçeri kışlasını topa tutan II. Mahmud, ulemayı tarihî müttefikinden mahrum bırakarak, düşünceyi felce uğratır. Ülke mukadderatına, intelicansiya hükmedecektir artık: Avrupa'nın zâde-i melaneti olan ufuksuz ve köksüz intelicansiya. İslâmi tefekkür ciyadet ve hayatiyetini kaybeder; Batının ve Batıcıların taarruzu karşısında kalıplaşır, katılaşır. Yığınların vicdanında bir hatıra ve bir ümiddir artık. Vakayı Hayriye'den bu yana, ülkemizde tek büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiştir. Bu acı hükmü tekrarlarken, ne Cevdet Paşa'yı unutuyoruz, ne Tunus'lu Hayreddin'i. Ama, bir kaç şimşek pırıltısı cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz. Zamanla küfür daha da koyulaşır, Mabedin bekçileri susarlar.. Küfrün amansız hücumları karşısında, İslâm'm ezeli hakikatlarını haykıracak insanlar korkak ve kararsız, fildişi kulelerine çekilirler. «Asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur'an'ı». diyen Akif, en zehirli oklarını, milletlerarası küfrün boy hedefi II.Abdülhamid'e fırlattıktan sonra, Hidiv'in davetine koşar. Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursî: 60 yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâva adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur, Said: Deccal'lere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risalelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said'in kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor: Cesarete susayan insanımız, an'a-nevî irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâva uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu. Genç nesilleri İslâm mefkuresi etrafında toplayan Necip Fazıl da tefekkür semamızın bir başka yıldızı. Şairimiz, öfkesiyle, hayâl kırıklığıyla, günâhları ve nedametleri, bilhassa coşkun ifade kabiliyetiyle genç aydınlara rehber oldu. Said'in kitapları tahkiki imanın birer kalesi: kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak. Necip, çeşitli kollarla kabaran, gürleşen bir sel; zaman zaman coşkun, zaman zaman bulanık.

 

Zavallı Ali Kemal, yarım asır önce, ruhumuzu kemiren şifasız hastalığı teşhis etmişti: neden? cesaret yokluğu. Filhakika, aydınımızın ayırıcı vasfı dalkavukluktur, tek dâvası, politika talihlilerine kuyruk" sallayarak, caize koparmak. Güvercinlere saldıran bir gemi aslanı. Derdimiz, düşünce sefaleti değil, haysiyetsizlik. Kulaklarımız islâm dünyasından yükselen seslere kapalı" Bu "dasitanı' şaşkınlık sürüp giderken, İran'dan yükselen dost bir ses gönlüme su serpti, ümitlerim çiçek açtı. İsrafil'in sûruna benzeyen bu gür seste bir basü badel mevt müjdesi buldum.

 

Konuşan, bir şahit, daha doğrusu bir şehit. Bir yanıyla Vıve' Cananda, bir yanıyla St. Juste. Corbin, «İslâm Felsefesi Tarihinde İran' a aslan payı ayırır. Müsteşriklerin bir çoğu Corbin'le aynı kanaattadır. Bizce, İslâm düşüncesi, şu veya bu kavmin, şu veya bu mütefekkirin yoğurup şekillendirdiği, zaman ve mekânla mukayyet değildir. Ezeli hakikatlar üzerinde düşünmek, ne Arabın, ne İran'ın, ne Turan'ın imtiyazı. Avrupa'nın öteden beri Aryanlara karşı zaafı vardır. Yalnız, itiraf edelim ki, Ali Şeriati'de bulduğumuz engin tecessüse, çağdaş İslâm mütefekkirlerinden hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu'yu ve Batı'yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi.

 

Şeriati'yi tanıtırken çift ihanet içindeyiz. Genç sosyoloji doktorunu yabancı bir dilden, ingilizceden okuduk. Yoksa, genç mücahidin konuştuğu ve yazdığı dil farscadır. Eserini bütünüyle göremedik, üstelik, okuduklarımızı hülasa etmeye yeltendik. Tercüme, başlı başına bir tahrif; hülasa, tahrifin tahrifi.

 

Kan'la Mühürlenen Mesaj

 

«Yalnızlık kâbusundan kurtulmak için tarihe sığınınca karşıma ilk çıkan Aynal Kuzat oldu, ömrünün baharında yakılarak öldürülen kardeşim Aynal Kuzat. Suçu şuurdu, duyarlılıktı, düşüncesini haykırmaktı Aynal Kuzat'm. Evet... cehalet çağlarında bir cinayettir şuur. Mazlumlar ve "zeliller toplumunda ruh ve gönül yüceliği.. Budha’nın deyişiyle «göller bölgesinde bir ada olma affedilmez bir günahtır.» diyen genç mücahit, Aynal Kuzat'ın  (Ali Şeriatı, «Çöl»e giriş.)  akibetinde kendi istikbalini görüyordu.

 

Gerçi hakikati görmezlikten gelen, hakikati umursamayan bir çağda şuur ve hassasiyet, serazad düşünce ve gönül yüceliği değildi artık. Entelektüellik ikbal ve mevki hırsına dönüşmüştü. «Ahlaksızlığa katılmayacak kadar ödlek, dört yol ağzında şaşkın ve mütereddit bekleşen, başarısızlıktan korktukları için hiçbir karara yanaşmayan entelektüellerdi acı bir tebessümle iğneler Şeriati. Ona göre bir yol seçmek, «ilk adımdı atmak değildir; hayatın bütününü tâyin etmektir. Duraksama ve kuşku bugünkü entelektüel köleliğimizin başka bir deyişle entelektüelizmin sonucu. Şeriatı çok kısa fakat çok verimli hayatı boyunca düşüncenin ve insanlığın bu kadim ve tanınmış düşmanıyla savaşacaktı.

 

Yalnız onunla mı... yaşanılan hayatı ideal bir hayatla değiştirmeye çalışacaklarına, tabii ve kabule şayan bulan; insan ömrünü boş ve mânâsız sayan; bayağılığa katlanan; böbürlenen herkese karşı direnecekti. Çevresi morfinlenmiş gibiydi, yan uykuda yarı uyanık. Bir vurdumduymazlık, bir işe yaramazlık kâbusu içindeydi insanlar. Afyonlanan ve hak yolundan uzaklaşan halkın büyük bir çoğunluğu değildi sadece; tevhid dininin bekçilerinden bir bölümü de onlara katılmıştı. Tevhid yolu, zinde bir iman,dinç bir kafa, uyanık bir şuur istiyordu. Çağımızın ve toplumumuzun meş'um mizacıyla durmadan pençeleşecekti Şeriatı. Biliyordu ki kuruyan kökler şehadetle sulanmadıkça yeşeremez, yeni bir hayata kavuşamazdı.

 

«Konuşmayacaksın diyorlar. Nasıl susabilirim.. Kabir azabı çeken, bir insan gibiyim. Biliyorum ki bunun sonu huzur ve kurtuluş. Hayatın çilelerinden bıktım usandım. Ömür boyu süren bir bekleyiş bu. Bir şehidin nasıl keyifle, nasıl rahatça can verdiğini görmüyor musunuz. Maddi hayata bağlı insanlar için ölüm korkunç bir facia. Tüyler ürpertici bir bitiş, bir hiç olmak. Âma nefsinden hicret etmek isteyenler için ilk adım. «Ölmeden evvel öl emr-i celiline kulak verenlere ne mutlu; diye selamlayacaktı ölümü.

 

Hazret-i Hüseyin için yazdıklarını hatırlayalım: «Kanla örtülü çölde ayan olan, uzletti, gurbetti, hezimetti, ümitsizlikti, çileydi. Şehadetin kanlı denizinde sessiz ve yalnız, başlarını kaldırdılar.

 

İnanıyordu ki, irsiyet, İslâm'ın felsefi temelidir, irsiyet demek, süreklilik demek. Süreklilik, çeşitli zamanlarda ve çeşitli ülkelerde olan, olmakta olan ve olacak olan olaylar ve imkânları birbirine bağlayan bir zincir. Her şey mantıki bir illiyete ve ilmî bir kanuna uyarak doğar, gelişir ve yok olur. Birbirini kovalar, birbirini etkiler. Olaylar aynı zincirin halkaları. İnsanlığın varoluşuyla başlar bu zincir. Çatışma ve kavga içinde zamanın sonuna dek uzar, gider. Bu mantıkî devamlılığa, bu kaçınılmaz teselsüle «tarih» diyoruz.

 

Tarihi hakikatin bu ağır yükünü bir an bile unutmayacaktır Şeriati.. Cedlerinden devralmıştır bu yükü. Hayatı çölde başladı, tarihi ve sosyolojik bur ideoloji kurduktan sonra, noktalandı. Bu ideoloji, genç nesle yol gösterecek bir tebliğdir, çağımızın özlemini duyduğu -ara yolu bulma, cehdi.

 

Evet. Ona göre, İslâm, bir «ara mektep»ti. Sosyalizm'le kapitalizm arasında üçüncü yol: Öteki düşünce mekteplerinin müspet yönlerini benimseyen, menfî yönlerini atan bir yol.

 

Genç adam, ömür boyu, iki cephede döğüşecektir:

 

1) Aşırı gelenekçilerle. Taassub erbabı, medrese veya cami köşesine çekilip, bir ' örümcek ağı kurmuş; İslâm'ı toplumdan ayırmıştı; her düşünce hamlesine karşı koyuyordu.

 

2) Köksüz ve taklitçi aydınlarla.Bunlar da,yepyeni ve çok tehlikeli bir skolastiğin kurbanıydılar. Avrupa'dan gelen bir skolastik. Şeriatı de,Franz Fanon'la beraber haykırıyordu: «Gelin dostlar gelin, Avrupa'dan uzaklaşalım. Maymun gibi taklit etmeyelim Avrupa'yı. Boyuna insanlıktan söz eden Avrupa, her bulunduğu yerde insanı yok etmiştir».

 

Şeriati'ye göre, doğru düşünce doğru bilginin başlangıcıdır, doğru bilgi de imanın... Yalınkat ve şuursuz bir inanç, çok geçmeden fanatizm'e ve hurafeye dönüşür; sosyal inşa için bir engel olur. .Kafalar değişmedikçe, toplumda derin bir değişiklik beklenemez. Hızla gelişen modern dünyada ihtiyaç duyulan böyle bir ideolojik ve entellektüel değişikliktir.

 

İslâm'ı doğru tanımak, ancak, tevhid'e dayanan bir tarih felsefesiyle ve toplumun gerçek yüzünü olduğu gibi ifade eden bir «şirk sosyolojisiyle mümkündür. Belli bir zamana, belli bir mekâna bağlı beşeri bir ideoloji değildir İslâm. İnsan tarihinin bütününü kucaklayan bu ırmağın kaynağı uzak dağlardadır. Kayalıklarda dolaştıktan sonra  dökülür denize. Peygamberlerle sahabeler zaman zaman akışını hızlandırır. Tarih, hak'la batıl, tek tanrılı din'le çok tanrılı din, ezilenlerle ezenler, budalalarla üç kağıtçılar arasında bir savaştır.

 

Bir Mücahidin Hayat Hikâyesi

 

Sabzavar civarında bir köyde 1933'de doğdu. İlk mürebbisi, çağdaş İran'ın tanınmış ulemasından biri olan babası Muhammed Taki Şeriati. Sonra, Meşhed, Musaddık'ın devrildiği dönem. Genç Şeriati nin siyasî, sosyal ve entelektüel mücadelesi o yıllarda başlar ve Genç Ali'nin bir kaç ay tutuklu kalmasıyla noktalanır. 1959'da, sosyal ilimleri tetkik için Paris'dedir.. Şeriati, burada da bir üniversite talebesinin mutad hayatını yaşamaz. Şah rejimine karşı dışarıda kurulan bir muhalefet örgütü içinde yer alır. Ayrıca, Bergson, Camus, Sartre, Schvartz gibi yazar ve düşünürlerin, Gunvitsch, Berque sosyologları, Massıgnon gibi islâmiyetçileri okudu. Pozitivizm de, marksizm de «üçüncü dünyanın* meselelerini aydınlatamıyordu. Şeriati, üçüncü dünyanın kendi öz gerçeklerini çözümleyip açıklayabilen bir sosyoloji geliştirmeye çalıştı. Şeriati'nin Fransa'da kaldığı yıllar Cezayir devriminin en gürültülü dönemine rastlar. Müslüman halkların anti emperyalist bağımsızlık mücadelelerini kendinden ayrı görmediği için Cezayir'de olup bitenleri yakından izler Şeriatı.. Cezayir hareketinin içinde ve dışında sürdürülen felsefî, sosyolojik ve psikolojik çalışmalar, değişik dillerde yayınlanmış pek çok kitap ve makalede toplanmıştır. Bazı Fransız aydınları da bu çalışmalara büyük ölçüde katılmıştır. Bunlardan biri Franz Fanon. Cezayir uyruğuna geçen bu psikolog, Cezayir devriminin daha ilk günlerinden itibaren Cezayirlilerin saflarında yer almış, «Dünyanın Lanetlileri», «Cezayir Devriminin Beşinci Yılı» gibi eserler yazmıştır. Fanon'u keşfedip, Avrupalılara ilk tanıtan, Jean Paul Sartre'dır. Şeriatı, Fanon'u l962'de, Avrupa'daki İranlıların çıkardığı bir dergide inceler. Ona göre, «Dünyanın Lanetlileri» İran'ın değişmesi için mücadele edenlere sunulmuş değerli bir armağandır. Fanon, Şeriati'nin coşkun takdimi sayesinde İran'da tanınmış ve sevilmiştir, Şeriatı, diğer mücahid Afrikalı yazarların tanınmasında da önemli rol oynar. Meselâ, «Efdal El Cihad» muharriri Ömer Uzgan.

 

1964'de İran'a dönen Şeriatı, derhal tutuklanır. Dünya kamu oyunun baskısıyla, 6 ay sonra salıverilir. Sonra, çeşitli okullarda hocalık yapar, üniversiteye bir türlü alınmaz. Nihayet Meşhed üniversitesine kapağı atar ama kısa bir zaman sonra üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılır, bununla beraber mürşidlik faaliyeti daha büyük bir hızla devam eder. Kitaplar, konferanslar birbirini kovalar. Tahran'da bir din merkezi olan Hüseyniye-yi İrşad'da İslâmiyet üzerine dersler verir. Büyük bir dinleyici kitlesinin koştuğu bu derslerde İslâm sosyolojisi ve tarihi üzerindeki teorisini geliştirir. Hüseyniye-yi İrşad kapatılır… Şeriati yeniden hapse atılır: Mahrumiyet ve çilelerle dolu 18 ay. Tahliyesinden az sonra İngiltere'ye gider. 19 Haziran 1977'de İran gizli polisinin suikastine uğrar ve şehid edilir. Şam'da Hz. Zeynebi'n türbesi civarına gömülmüştür. Allah rahmet eylesin.

 

İslâm Sosyolojisi

 

Ali Şeriati'nin elimizdeki kitabı,  «İslâm Sosyolojisi adım taşıyor. Derslerinden, konferanslarından,  risalelerinden derlenmiş bir kucak düşünce. İngilizceye çeviren, Hamid Algar. Algar'ın da altını çizdiği-gibi, eser îslâm Sosyolojisi üzerine bütün bir şema sunmak iddiasında değildir. Şeriatı de farkındadır bunun: «söyleyeceklerim, bu konu hakkında son söyleyeceklerim değildir. Bugün söylediklerimi yarın değiştirebilir veya tamamlayabilirim.» Ne var ki, cesur ve özgün zekâsıyla, baştan başa taze kavramlar getirmiştir konuya. Kitaptaki yazıların hepsi kelimenin gerçek anlamıyla sosyolojik değildir. Ama meseleler sosyolojik bir bakış açısından ele alındıkları için esere bu adı verdik.

 

Temmuz 1973'de basılan  On The Sociologieof  Islam içinde şu yazılar var:

Giriş, Hamid Algar: biobibliografik taslak, imzasını saklayan bir dost; İslâm'ı anlamak için; İnsan ve İslâm; Tevhidci Dünya Görüşü; Antropoloji: hilkat-ı Adem, Allah'la iblis, yahut Ruh'la balçık; Tezadı; Tarih Felsefesi: Habil ile Kabil; Sosyolojinin Diyalektiği; İdeal Toplum: Ümmet; İnsan-ı kâmil: halifetullah.

 

İslâmı Tanımak

 

Hüseyniye-yi İrşad'da verilmiş iki dersin tercümesi (1968). Son zamanlarda birçok aydınlar aynı lakırdıyı tekrarlıyor: «laf zamanı geçti. Yanıp yakılmanın mânâsı yok. Şimdiye kadar ellerimiz bağlı şikâyet ettik hep. Konuşmaya paydos. Herkes çevresini veya ülkesini İslah etmekle işe başlamalı».

 

Sosyologumuz katılmıyor bu görüşe. Şimdiye kadar acılarımızı gün ışığına çıkarmış değiliz. Yaptığımız    sadece gevezelik. Psikolojik ve sosyal meselelerimizi doğru dürüst koyamadık ortaya. Hastalıklarımızı teşhis edemedik.

 

Hatip ne kadar haklı. Türkiye'nin derdi de aynı kısır, aynı marazi [boşboğazlık değil mi? Hürriyete kavuştuk kavuşan çenelerimiz düştü. Sabahtân akşama kadar konuşuyoruz ama ana dertlerimizden hiçbiri-[ne dokunmadık. Dedikodu, gıybet. Ziya Paşa, halimizi bir asır önceden keşfetmiş:

 

Anlar ki verir lâfile dünyaya nizâmât

Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde.

 

Şeriatı diyor ki: Biz dine dayanan bir toplumuz. Ama halâ bilmiyoruz dinimizi. Kasırgalı bir denizdeyiz. Pusulamız yok. Ben hocayım. Talebelerime kaynak gösteremiyorum. Ne kadar yüz kızartıcı. Dilimizde ne Hz. Ali ne Selman-ı Pak hakkında tek kitap yazılmamış. Bize bir Hıristiyan tanıtmış Hz Ali'yi (Georges Jourdaq); Ebuzer'i sünni bir dindaşımızdan öğrenmek zorundayız (Cevdet as Sahhar).

 

Salman-ı Farisi... onu da bir Fransız sayesinde tanıyoruz. Nasıl olur da tahlil ve tartışma dönemi sona erdi diyebiliriz? Konuşma ile eylem, nazariye ile uygulama iç içe değil mi? Hz. Peygamber de öyle yapmıyor muydu? Evet, yanıp yakılmayla çok zaman kaybettık." Dertlerimizi ilmin ışığında çözümlemeliyiz. İslâmiyet düşüncemizin faaliyetimizin, amelimizin temeli olmalı.

 

Oysa ne kadar garib. Ülkemizde Kur'an'ı iyi bilenlere «fâzıl» deniyor. Fâzıl islam tarihini, Hz. Peygamberin ve sahabelerin hayatını bilen, Kur'an'ı yorumlayan ve açıklayan kişi. Ne yazık ki ikinci sınıf bir bilgin sayılıyor, İran'da. İslam dünyasının talihsizliği kendini tanımaması, kendi değerlerine yabancılaşmış olması, ne istediğini bilmemesidir. Demek ki ilk görev dinimizi öğrenmek, islamı tanımanın birçok yolları var: biri, Allah’ı tanımak ve onu diğer dinlerin mabutlarıyla karşılaştırmak. Başka bir yol, Kur'an'ı tanımak ve diğer semavî kitaplarla mukayese etmek. Bir başka yol da, İslam Peygamberinin kişiliğini incelemek ve onu tarih boyunca yaşayan büyük ıslahatçılarla karşılaştırmak. Sonra İslam’ın yetiştirdiği önde gelen kişileri incelemek ve onları öteki dinlerin ve düşünce mekteplerinin sivrilmiş kişileriyle mukayese etmek.

 

Zamanımız aydım bir düşünce mektebi olarak ele almalıdır İslamı... Ferde ve topluma hayat veren, yarının insanlığına da yol gösterecek olan bir düşünce mektebi. Hepimize düşen bir görev bu, ferdî ve şahsî bir görev. İslamın bir çok boyutları, birçok yönleri var. Herkes kendi çalışma alanında yepyeni bir görüş açısı bulabilir. Benîm çalışma alanım din sosyolojisi. Islama dayanan bir din sosyolojisi kurmak istiyorum. Kaynağım: Kur'an'daki istilahlarla islam edebiyatı.

 

Araştırmalarımı yaparken şunu fark ettim: Kur'an'da, varlığından şüphe bile etmediğimiz nice bakir konular var. Peygamberin âdet ve yön-teminden ilmî bir tarih ve sosyoloji nazariyesi çıkarabiliriz. Yanlış anlaşılmasın. Kur'an'dan bazı âyetler veya Peygamberin bazı davranışlarını ele alarak onları çağdaş ilmin ışığında incelemeye kalkmadım. Kur'an'ın kozmolojiyle ilgili âyetlerini fizik yardımıyla, yahut Kur'an'daki tarihi veya sosyolojik âyetleri sosyolojinin ışığıyla aydınlatmak pekâlâ mümkündü. Yapmak istediğim çok başka bir şey. Ben Kur'an'dan tarihle, sosyal ilimlerle, insan ilimleriyle ilgili bir sürü yem konu ve temalar çıkarmaya çalıştım. Düşüncelerimin kaynağı bizzat Kur'an veya bizzat islamiyet. Karşıma bir tarih ve sosyoloji şeması, bir felsefî nazariye çıktı kendiliğinden. Sonra onları tarih ve sosyolojiyle karşılaştırdım. Ve yüzde yüz doğru buldum.

 

Kur'an'ın yardımıyla keşfettiğim, insan ilimleriyle ilgili birçok mühim konular var. Bu ilimler şimdiye kadar ele almamış» onları. Biri, hicret konusu «Hatem-il Enbiya Muhammed» adlı kitapta konunun yalnız tarihî boyuttan ele alınmıştır: kavimlerin bir bölgeden başka bir bölgeye göçmesidir incelenen. Kur'an'ın hicret ve muhacirler konusundaki üslubundan, Peygamberin hayatından ve îslâmın ilk döneminde girişilen hicret kavramından çıkardığım netice, hicretin İslâmlarca zannedildiği gibi sadece tarihi bir hadise olmadığıdır.

 

Hicret denince İslamların anladığı Peygamberin emriyle belli sayıda sahabelerin Mekke'den Habeşistan'a ve Medine'ye göçmeleridir. Yani, onlara göre, coğrafî veya siyasi sebepler yüzünden ilkel veya yarı medeni bir kavmin bir bölgeden başka bir bölgeye göçüşünü belirten tarihî bir kavramdır. Müslümanlar için hicret, Peygamberin hayatında cereyan etmiş bir vakadır sadece. Ben öyle düşünmüyorum. Kur'an'dan çıkardığım mânâ, hicretin derin bir felsefî ve sosyal prensip olduğudur.

 

Tarihte bildiğimiz 27 medeniyetin hepsi bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Başka bir deyişle, hiç bir ilkel toplum, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir ülkeye göçmeden medenileşmemiştir.

 

Şeriati, hicretin beşer tarihindeki büyük önemini uzun uzadıya anlattıktan sonra, tarih felsefesinin en mühim ve en karanlık meselesini ele alıyor: toplumların değişme ve gelişmesini sağlayan temel etken nedir? İslam için, tarih ve sosyolojinin esas ve şuurlu belirleyicisi nasdır. Nas, kucaklayıcı bir mefhum, hiç bir sınıf farkı gözetmeden halkın bütünü. Ayrıca üç temel etken de var: Kişiler, gelenek, rastlantı. Her toplumun sabit bir temeli, kendine göre bir yolu vardır: gelenek. Kur'an, toplumun kaçınılmaz bazı kanunlara dayandığını bildirirken, insan sorumluluğunu da bir tarafa bırakmaz. İnsan toplumun kurallarını iyi tanımalı ve bu kurallardan faydalanarak toplumun gelişmesine yardımcı olmalıdır. İnsanın topluma hakim olan kurallar hakkındaki bilgisi arttıkça, toplumu değiştirme yeteneği de artar. «Ne kaderiyye, ne cebriyye. Evet hürüz, ama hürriyetimizi kullanabilmek için tabiatta daha önceden var olan kanunları bilmek ve onlara uymak zorundayız.  Peygamberler  bile,  yeni kurallar yaratmamış.  Sosyoloji açısından, peygamberlerin diğer önderlere üstünlüğü, dünyadaki ve tabiattaki ilahî kuralları çok iyi bilmeleri ve topluma almaçlarını daha iyi kabul ettirebilmeleridir.

 

Yazar bu tesbitlerden sonra, yeni bir konuya geçiyor:

 

İslamı Tanımak İçin İzlenecek Yöntem

 

Evet, yalnız inanmak büyük bir değer taşımaz. İnandığımızı bütün boyutları ile bilmemiz de lâzım. islâmı öğrenmek için tek yönteme: saplanmak hatâdır. İslâmın bir çok boyutları var. Önce, insanla Tanrı münasebeti. Bu münasebeti incelerken felsefî bir yöntem kılavuzumuz olmalı. İslâmın bir başka boyutu, insanın dünya üzerindeki hayatı meselesidir. Bu alanda kılavuzumuz, beşeri ilimlerin kullandığı yöntem olacaktır. Sonra İslam, bir toplum ve bir medeniyet kurmuş olan bir dindir. İslâmın bu cephesini aydınlatmak için Tarîh ve "sosyolojinin" yöntemlerinden faydalanacağız. Kur'an'ın önce, edebî ve lengüistik bir yönü var. Mütehassıslar bu yönü inceden inceye araştırmışlardır. Kur'an'ın bir başka boyutu, felsefe ve îman.. asırlardan beri üzerinde durulan konular. Kur'an'ın şimdiye kadar üzerinde durulmamış olan bir yönü de, tarih, sosyoloji ve psikoloji ile ilgili kısımlarıdır.

 

Şeriati sosyolog olduğu için  araştırmacıya iki yöntem öneriyor. Filhakika, bir dini incelemekle büyük bir adamı tanımaya çalışmak iki yoldan yapılabilir. Birinci yol; ele aldığımız kişinin eserlerini incelemek. İkinci yol, hayatına eğilmek. Dinin tebliğ ettiği düşünceler mukaddes kitabındadır. Dinin biyografisi ise, onun tarihidir.

 

Demek ki İslâmı ciddî olarak öğrenmenin iki yolu vardır:

 

1— Kur'an'ı İslâm düşüncesinin icmali olarak ele alıp incelemek,

2— Hz. Muhammed'den günümüze kadar geçen bütün tarihi, islâm tarihini esas alarak incelemek.

 

İslâmı öğrenip anlamak için bir yöntem daha vardır: tipoloji yöntemi. Sosyolojide çok kullanılan bu yaklaşıma dayanarak her dine uygulanabilecek bir yöntem geliştirdim. Bu yönteme göre, her dinin beş ayırıcı özelliği var:

 

1 —Dinin Tanrısı veya tanrıları,

2 —Dinin peygamberi yâni o dinin mesajını ileten insan,

3 —Dinin kitabı,

4 —Peygamberin ortaya çıktığı ve hitap ettiği zümre,

5 —Dinin büyük temsilcileri.

 

Şu halde, bu yönteme göre,

 

1 —İslâm’ı tanımak için önce Allah'ı bilmek gerekir., Allahlı, tabiata bakarak, tabiat üzerinde düşünerek

de tarayabiliriz. Felsefe, keşif ve hikmet yöntemi. Benim teklif ettiğim yol: tipoioji. Allah'ın hususiyetlerini, vasıflarını incelemek. Allah'ın sıfatlarını ciddi olarak öğrenmek için, Kur'an'a ve hadislere eğilmeliyiz. Sonra, diğer dinlerin mâbûdlarına bakmalıyız. (Ahuramazda, Yahova, Zeus vs.).

2— Kur'an'ı öğrenmek. Kur'an hangi konularla ve nasıl ilgileniyor. Kur'an hakkında aydınlık bir fikre eriştikten sonra O'nu öteki dinlerin mukaddes kitaplarıyla karşılaştırmalıyız (Tevrat, İncil, Vedalar, Avesta).

3— Hz. Peygamberin kişiliğini öğrenmek. (Hem insan, hem de peygamber olarak kişiliği). Sonra da öteki dinlerin peygamberlerine veya kurucularına göz atmalıyız.

4— İslamiyet hangi şartlar içinde doğmuştur. Peygamberin çevresi ve hitap ettiği zümre. Kimlerle savaştı. Filhakika Ibrahimi peygamberlerin görevi, son Peygamber de dahil mevcut din dışı iktidara isyan etmektir. Hz. İbrahim, putları baltasıyla parçalar. Hz. Musa, elinde asası, Firavunun önüne dikilip, tektanrıcılık adına firavuna savaş açar. Hz. İsa, Roma İmparatorluğu ile işbirliği yapan yahudi din adamlarına karşı mücadele eder. İslâm peygamberi de, risaletinin başlangıcından itibaren, aristokrasiye, köle sahiplerine, Kureyş ileri gelenlerine, Taifli toprak sahiplerine karşı bir mücadele başlatır.

5— İslâm’ın tarihe armağan ettiği büyük insanları tanımak. Meselâ Hz. Hüseyin'i değerlendirmek için, onu iki islâm büyüğü ile karşılaştırmak çok öğretici olur. İbni Sina ve Hallac-ı Mansur. Böylelikle, felsefe, tasavvuf ve İslâm arasındaki farkları da anlamış oluruz.

 

İbni Sina büyük bir filozof ve âlimdir. Ama insanların akıbeti ve kucağında yaşadığı toplum üstadı "hiç ilgilendirmez. Biricik düşüncesi ilmi araştırmalardı. Kim ona para bağışlarsa, başının üstünde yeri vardı.

 

Hallac'a gelince. O da alev alev yanan bir adamdı. Yanan adamdan sorumluluk beklenmez. Bir toplumda herkes İbni Sina ve Hallac gibi olsa sefalet ve yıkım ortalığı kaplar. Oysa, içinde birkaç Hüseyin ve bir kaç Ebu Zerr bulunan bir toplum istikbâle güvenle bakabilir.

 

İnsan ve İslam

 

Çağdaş medeniyet bir hümanizm hummasına tutulmuş. Sözde, dinler insanı ezmiş, onu Tanrıya kurban etmişler. Hümanizm, Tanrı karşısında insanın soyluluğunu haykıran bir felsefe olmak iddiasında.Acaba İslâm’ın insan anlayışı böyle bir iddiayı güçlendirmekte midir,

 

Adem kıssasına bir göz atalım. Allah, meleklere, «yeryüzünde kendime bir vekil yaratacağım» diye seslenmiş. İslam’a göre, insanın bütün görevi bu ilahi hitaptadır, bütün görevi ve bütün haysiyeti.

 

Allah bu vekili yaratmak için nesnelerin en değersizini seçer balçık.Sonra da ona kendi ruhundan üfler. Demek ki insan, iki boyutlu bir varlık: çamur ve ilâhi ruhun bileşimi. Bir yönü ile çamura, aşağılığa, çürümeğe. durgunluğa meyleder. Öteki yönü ile yükseğe zirveye, Allah'a. Bu iki kutup arasındaki mücadele, insan yolunu kesin olarak seçinceye kadar sürüp gider; İnsanı böylece yarattıktan sonra, Allah ona isimleri öğretmiştir. İnsan, isimlerin sahibidir artık. Demek ki balçıktan yaratılan insanın ateşten yaratılan meleklere üstünlüğü bilgidir. İşte gerçek hümanizm.

 

(Yanlış anlaşılan bir başka gerçek de şu: Allah, Havva'yı, Adem' in kaburgasından değil, özünden yaratmıştır). Sonra Allah bütün mahlukâtı toplamış, onlara «emanet»i devretmek istemiştir. Hepsi de red etmiş, emaneti yalnız insan kabul etmiştir. Bu emanet, Şeriati'ye göre, iradedir. İnsan hür iradesiyle, yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün kılınmıştır. İyi veya kötü olmakta, balçığa veya Allah'a meyletmekte hürdür. Boyun eğme veya isyan etme hürriyeti.

 

Demek ki,

1— Bütün insanlar sadece eşit değil, kardeştir. Eşitlik, hukuki bir kavram. Kardeşlik, aynı fıtrat ve mizaçta olmaktır. Derisinin rengi ne olursa olsun, bütün insanlar tek bir soydan gelmektedir.

2— Erkekle kadın eşittir. Yaratıcıları birdir, soyları bir.

3— İnsanın üstünlüğünü yapan bilgisidir. Adem isimleri öğrendiği için melekler ona secde etmişlerdir.

4— İnsan, hürdür. İster balçığa, ister Allah'a yönelebilir.

5— Hür olduğu için sorumludur. Akıbetini kendi elleriyle biçimlendirmek zorundadır.

           

Tanrı ile İblis'i, tabiatta birbiriyle savaşan iki güç olarak kabul eden diğer dinlerin aksine, îslâm, kâinatta tek bir gücün hâkim olduğunu öğretir Allah… Şeytan, insanın içindedir. Yani dualizm (ikilik) tabiatta değil, insanın iç dünyasında» insanın Allah'a meyleden yönüne rakiptir. Demek kî idrakimizi doyuracak düşünce, mizacımızın her iki yönünü kucaklayan düşüncedir. Hem balçığız, hem de ilahî ruh. İslâm dışı medeniyetlerin talihsizliği, bütünü kavrayamayışlarında. Ya büsbütün ahirete yönelmiş, dünyaya gözlerini kapamışlar; yahutta yalnız bu dünyaya inanıp, ahireti yok saymışlar. Çin ve Hind, dünyayı hor görmüş; Roma, sadece bu dünyaya saplanmış. Hz. İsa, bilhassa ahirete dikkati çekmiş. Orta Çağ, bir yandan savaşların, kan dökücülüğün, bir yandan da manastırın, inzivaların çağı. Avrupa medeniyeti, Rönesans'tan bu yana, dünyevî bir   medeniyet. Çağdaş insanın ömrü, pullanacağı araçları üretmekle geçiyor. Batı medeniyeti öylesine gayesiz, Öylesine dünyevî hale düşmüştür ki, neredeyse yeni bir İsa bekleniyor. Oysa insan iki boyutlu bir varlık. İki boyutlu bir dine ihtiyacı var. İnsanlığa kaybettiği dengeyi kazandıracak olan bu din İslâmiyettir.

 

Allah, Müstakimdir, Cabbardır, Kahhardır. Ama Rahmandır, Rahimdir, Gaffardır da. Kur'an-ı Kerim, dünya hayatiyle doğrudan ilgilenir, Tevrat gibi. Ama, ruhun tasfiyesine, terbiyesine, ferdin ahlaki gelişmesine de büyük önem verir.

 

İslâm peygamberi de, hem bozguncularla savaşan, dünyada yeni bir toplum, yeni bir medeniyet kurmak isteyen bir şahsiyettir; hem de takvayı her şeyden en üstün tutan bir âbid.

 

Sahabelere gelince; hepsi de, hem siyaset, hem ibadet insanıdırlar. Başka bir deyişle, eli kılıçlı, büyük birer adalet, merhamet, şefkat ve tefekkür adamları.

 

Tevhidci Dünya Görüşü

 

Tevhidci dünya görüşü, kainatı bütün olarak ele alır: bu dünya öteki dünya, tabiat tabiatüstü, madde-mânâ, ruh beden diye parçalamaz. Şirkci dünya görüşü ise, kainatı dağınık, zıtlıklarla, çeşitliliklerle, çatışan, çekişen, çelişen, çarpışan kutuplarla, eğilimlerle, geleneklerle, gayelerle, iradelerle dolu ahenksiz ve dağınık bir yığın olarak ele alır. Bana göre dünya, bir amacı, bir ideali olan, kendisine irade ve şuur bağışlanmış canlı bir varlık. İnsan da dünya gibidir: küçük, izafî, eksik bir dünya.

 

İnsanın Allah'lar tabiatın tabiat ötesiyle ve Allah'la münasebeti, lamba alevinin lamba ile münasebetine benzetilebilir.

 

Tevhidci dünya görüşünde, varlığın iki izafî yönü vardır: görülen yön, görülmeyen yön. Tabiat, işaretler ve kurallar (ayat ve sünen) dizilerinin birleşmelerinden oluşmuştur. Okyanuslar, ağaçlar, gündüz ve gece, dünya ve güneş, zelzele ve ölüm, hastalık, gündüz ve gecenin birbirini kovalaması, tabiat kanunları, hatta insanın kendisi., bunlar hep işaretlerdir. Frenkçesi fenomen. Deneylerimizle, aklımızla, sezgilerimizle edinebileceğimiz bilgiler «görünüşler âlemi»ne aittir, varlığa değil. Başka bir deyişle, ilmin konusu varlığın işaretleri ve belirtileridir. Din, ilim veya felsefe kitapları içinde, tabiattaki nesneleri, olayları ve süreçleri işaret olarak adlandıran, yalnız Kur'an-ı Kerim. Gerçeği tanımak için bu işaretlere eğilmek gerekir. Antik mistisizm'den çok, çağdaş ilmin yaklaşımına benzeyen bir anlayış. Vahdet-i vücud değil, tevhid-i vücud. Tevhid inancına göre, tarihde de, toplumda da, insanda da çokluk ve zıtlık yoktur. Tevhid, tabiatın tabiat ötesiyle, insanın tabiatla, insanın insanla kaynaşması.

 

Bu inanç, mevcudatta çelişki kabul etmez; ne hukuki, ne içtimai, ne ırki, ne milli, ne mahalli, ne de iktisadı tezad. Çelişkiler ancak müşrik dünya görüşüyle, düalizm'le, teslis'le, politeizm'le bağdaşabilir. Müşrik dünya görüşü, sınıflar ve ırklar arasında ayırım yaparak, şirk tohumları ekmiştir. Birden fazla Tanrıya inananlar, neden yaratıklar için de aynı şeyi kabul etmesinler? İlahlar arasındaki çatışma, insanlar arasındaki çatışmanın gerekçesi değil mi? Oysa tevhid inancı, kainattaki bütün parçaların, süreçlerin ve olayların tek hedefe doğru ahenk içinde geliştiklerini kabul eder. İnsan her hangi bir dünyevî güce değil, yalnız, mevcudata hükmeden şuur ve iradeye bağlıdır. Mevcudat, bir daire çevresinde dönüp durmaktadır. Tek şuur, tek irade, dairenin merkezi. Demek ki insan, tek güçten korkar, tek hakime hesap verir, tek kıbleye yönelir. Tevhid inancı insana vekar ve hürriyet bahşeder. Yalnız Allah'a kulluk eden, bütün yalancı güçlere başkaldırır, tama' zincirlerini kırar, küçültücü korkulardan azad olur.

                                              

Tarih Felsefesi: Kabil ve Habil

 

İslâm düşünce mektebine göre, tarih felsefesi bir çeşit tarihi determinizm'e dayanır. Tarih, birbirini kovalayan bir olaylar ırmağı. Olaylar da insanın kendisi gibi diyalektik bir çatışmaya tâbidir. Birbirine zıt, birbirine düşman iki öğe arasında aralıksız bir savaş, hilkat-i ademle başlar, her ülkeyi ve her çağı kapsayan bu kavganın bütününe tarih diyoruz. İnsan soyunun zaman içindeki akışıdır tarih. İnsan soyu bir mikrokozmostur, hilkatin en kâmil ifadesi. Tabiat, insanda kendi şuuruna varır. İnsanoğlu ilerledikçe tabiat da mükemmelleşir.

 

Başka bir deyişle, insan irade-i ilahiyenin bir tecellisi; bütün varlıkların mutlak iradesi ve şuuru. Antropolojiye göre Tanrının yeryüzünde temsilcisi. Demek ki tarih tesadüfün eseri olamaz, olaylar tarafından biçimlendirilmemiştir, serüvenlerin oyuncağı değildir: boş, amaçsız, mânâsız serüvenlerin.

 

Tarih de bir gerçektir, dünyadaki bütün gerçekler gibi. Belli bir noktada başlar, belli bir noktada sona erecektir. Bir amacı, bir yönü olmak gerekir.

 

Nerde başlamıştır? insanın kendisi gibi tezatlarla... Antropoloji bölümünde gördük: insanoğlu balçıkla ilahi ruhun bileşimidir. Adem kıssasından da aşikâr bu. Acem kıssası insanlığın da kıssasıdır, kelimenin gerçek ve felsefî manasıyla insanlığın. İnsan, Adem'in içindeki ruhla balçık,Allah'la Şeytan arasındaki kavgayla başlar. Peki tarih nerede başlar? Kalkış noktası nedir? Kabil ile Habil arasındaki kavga değil mi?...

 

Adem'in oğulları insandılar, beşerdiler, tabii idiler ama birbirleriyle savaş halindeydiler. Biri ötekini öldürdü ve insan tarihi başlamış oldu böylece. Adem'in savaşı öznel bir savaş, kaynağı içte. Ama iki oğlu arasındaki savaş, nesnel, dışarı vuran bir savaş. Kısaca, Kabil ve Habil hikâyesi tarih felsefemizin kaynağı; nasıl ki Adem kıssası insan felsefesiyle ilgili görüşlerimizin kaynağı idi. Kabil ve Habil arasındaki savaş, tarih boyu, tarihi bir diyalektik olarak karşımıza çıkan iki zıt cephe arasındaki savaştır. Şu halde tarih de insan gibi diyalektik bir süreç. Zıddiyet Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başlar. Bana göre Habil çobanlığa dayanan bir ekonominin temsilcisidir, özel mülkiyetten önceki bir düzenin Kabil ise tarım sisteminin, ferdî veya tekelci mülkiyetin temsilcisidir.

                                                          

Sosyolojinin Diyalektiği

 

Sosyoloji de bu diyalektik üzerine kurulmuştur. Toplum da iki sınıftan oluşur: Kabil'in sınıfıyla, Habil'in sınıfı. Tarih, toplumun zaman içinde aldığı yol. Temel toplum yapılan, kölelik, serflik, burjuvazi, feodalizm ve kapitalizm değildir. Toplumda ancak iki türlü yapı olabilir: ya toplum kendi kendinin efendisidir, herkes toplum için çalışır; yahut da ferdler mülk sahibidir, herkes kendi başının çaresine bakar. Şeriati, bu bölümde, Marx'ın iktisadî yapı anlayışına karşı çıkıyor. Ona göre toplum, tarih boyunca, iki sınıftan oluşur: Kabil kutbu, Habil kutbu.Kabil kutbu, yönetici, kral, mülk sahibi, aristokrasi. Sonraları bu kutub üç ayrı boyut kazanır: Kur'an'da firavun, siyasî iktidarın; Karun, iktisadî iktidarın; Ballam da resmî din adamlarının sembolüdür.

 

İdaal Toplum: Ümmet

 

Ümmet, ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanlar topluluğu. Ulus, ırk, halk gibi mefhumları toprak birliğini, kanı, maddî çıkarları toplumun temel ölçüleri diye alırlar. Oysa İslâm için mühim olan, fikri sorumluluk ve ortak bir hedefe yürümektir. Ümmet, bu irade birliğinin ifadesidir.

 

Ümmet'in alt yapısı, iktisadi hayat. Çünkü, «dünyevi hayatı olmayanın manevi hayatı olamaz». Ümmet düzeni eşitliğe, adalete, halk mülkiyetine, Habil düzenindeki sınıfsız toplumun ihyasına..dayanır.Ümmet için, sınıfsız toplumun ihyası, sosyalizm'de olduğu gibi bir amaç değil, bir ilke.

 

Kâmil İnsan

 

Tabiata gözlerini kapamaz İdeal insan, onu anlamaya çalışır. Elinde Sezar'ın kılıcı vardır, göğsünde Hz. İsa'nın kalbi. Sokrates'in kafasıyla düşünür ve Hallaç gibi sever Allah'ı. Hem Descartes’in hem Pascal'ın sözlerine kulak verir. Buda gibi, halkın içindedir. Spartaküs gibi, kölecilere baş kaldırır. Hz. Musa gibi, cihad ve kurtuluş mesajı taşır.          

 

Kâmil insan, güzellik, fazilet ve hikmetle dolup taşan, sonsuz bir irade. Üç özelliği vardır: doğruluk, iyilik ve güzellik, başka bir deyişle bilgi, ahlâk ve sanat. Cihad ve içtihad, şiir ve kılıç, yalnızlık ve inanç, duygu ve akıl, kudret ve aşk adamıdır o. Allah'ın halifesi tarihin sonuna, tabiatın nihai sınırına gelip dayanmıştır. Diriliş başlamak üzeredir.

 

Netice: Şeriati, coşkun bir zekâ ve inanmış bir müslüman. Genç bir yaşta, şarkısını tamamlayamadan hayata gözlerini kapayan, kardeş İran'ın bu pervasız mücahidini bütün buutlarıyla tanıtabildik mi? Sanmıyoruz. Şeriati, önce şairdir. Onu, dilinden okumadığımız için, bu tarafını aksettiremedik. Şeriati, bir ilim adamıdır. İrfan seviyesi şüpheli bir kalabalığa hitab ederken, ilmi ciddiyetini ne kadar koruyabilir! Bizce Şeriati'nin en büyük tarafı, hamiyeti, samimiyeti ve kendini mukaddes bir davaya feda etmesidir. Genç şehide saygılarla.

 

 

Kaynak:

Kırk Ambar, Cemil Meriç, Ötüken Neşriyat, İst. 1980, s.425-439