Menyu
Ali Şeriati’nin Mirası ve İslam-Bilim’e Aşina Olmak / Dr.Mustafa YILMAZ
EDİTÖR MAKALELERİ

Ali Şeriati’nin Mirası ve İslam-Bilim’e Aşina Olmak / Dr.Mustafa YILMAZ

“Sorulması lazım: Niçin günümüzde Dr. Şeriati gibi kişiler hakkında konuşmamız gerekmektedir?  Niçin anılarını canlı tutmamız gerekmektedir?...” “Bizler onu anmakla kendimize dönüyoruz. Kendimiz yenibaştan gözden geçiriyoruz...” “Kim olduğumuzu, nerede bulunduğumuzu, nereye yöneldiğimizi önderlerimizin ve kafile öncülerimizin kimler olduğunu ve bugün bize nasıl yardım edebileceklerini düşünüyoruz”... “İkinci nedeni şudur: Bizler öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bu dönemde dini düşünceyi incelemeye ve arıtmaya şiddetle muhtacız. Her zaman kendine içerden bakabilmek; ilahî elçilerin mesajında buldukları zenginlikler yüzünden ve kendilerini başkalarının eser ve görüşlerinden müstağni saymalarından dolayı kendi dışına bakma ve değerlendirme cesaretini daha az gösterebilme ve kendine dışardan bakma­ma tavrı dinî toplumlara has bir özelliktir. Dinî topluma ve dinî kültüre dışardan bakma ve bir din bilgini olarak değil, dindar bir aydın olarak onlar hakkında fikir sardetme cesaretini, sadece dinî kültür havzasının nadir düşü­nürleri gerçekleştirebilir. Ve bunu Dr. Şeriati başardı. Tam bir kahramanlık, dertdaşlık ve hünerle bu vadiye adım attı ve bu yolda nice gözleri, nice kulakları açtı; nice yürekleri kendine cezp etti.”[1]

 

Şehid Doktor her insan gibi bir yolcuydu. Fakat o yolun kendisi olduğu bir yolcuydu. Geride bıraktığı eserler; konferanslar, ders notları, kitaplar, makaleler [ki bunların her biri onbinlerce nüsha basılmıştır] kişiliğinden ve eylemlerinden de önemlidir. Genç kuşakların, bütün bu eserlere gösterdiği ilgi unutulacak gibi değildir. Güçlü kalem, seçkin kişilik... En derin felsefi düşünceleri, en karmaşık bilimsel ve sosyolojik konuları bile kolayca anlaşılabilir hale sokabilen korkunç bir zekâ...

 

Kuramları dini bir temelden hareket etmekle bilikte, sağlam epistemolojik, felsefi, tarihi ve sosyolojik dayanaklardan da yararlanmakta, belirli bir hayat ve düşünce diyalektiğinden gelişmektedir. Şeriati’nin görüşüne göre doğru düşünce olmadan  doğru bilgi, doğru bilgi olmadan da inanç olmaz.

 

İslam hakkında doğru bilgi edinebilmek için muvahhid bir Tarih Felsefesi ve toplumsal gerçekleri şimdiki halleriyle ortaya koyan bir Şirk Sosyolojisi gereklidir. ‘Adem'in Varisi Hüseyin’ adlı eserindeki tarihi ve sembolik çözümleme, İslam’ın belirli bir zamana ve coğrafyaya özgü beşeri bir ideoloji olmadığını, uzak dağ kaynaklarından fışkırıp, kayalıkları aşarak, çoğala çoğala denize ulaşan gür bir ırmak gibi bütün insanlık tarihini kuşattığını göstermektedir. [2]

 

O'na göre Tevhid inancından yoksun çağdaş insan, yabancılaşmış bir varlıktır ve şuursuz bilim, bir tür yeni Skolastisizm halini almıştır. Bu durumda gerçek aydınların yerini sahtekârlar doldurmuştur.

 

İran anacak İslam’ın kavramları ile anlaşılabilirdi. Ümmet, imamet, adalet, şehadet, takıye, taklid, sabır, gayb, şefaat, hicret, küfür, şirk, tevhid gibi. Pozitivist ve Marksist Sosyolojiye itibar etmedi. Her şeyi tevhidi dünya görüşü ile inceleniyordu.

 

O'nun yazıları, Müslüman toplumlarda hüküm süren politik gerçeklere son derece tutarlı analitik yaklaşımlar getirmekteydi. Şeriati'ye göre Müslüman'ın kendisine sorması gereken en  önemli soru şu olmalıydı: ‘Dini kavramların herbirinin ayrı ayrı rasyonel oldukları veya olmadıkları, ilim ile rekabet edebilmeleri veya edememeleri önemli değildir. Önemli olan, şu an için içinde yaşamakta bulunduğumuz toplum için ifade ettikleri fayda ve kıymetin ne olduğudur.’ Bu sorudan yola çıkarak İki tip İslam'ın var olduğunu söyler: “İslam'a dönelim demek yeterli değildir. Bu tür bir sözün bir anlamı yoktur. Hangi İslam'ı kastettiğimizi açıkça belirtmeliyiz. Ebu Zer döneminin mi, yoksa Mervan döneminin mi özlemi içerisinde olduğumuzu bilmeliyiz. Bu insanların ikisi de Müslüman'dır, ama ne var ki aralarında dağlar kadar fark vardır. Bunlardan birinin anlayışına göre İslam halife içindir, saray içindir, tuzu kurular içindir. Diğerinin anlayışına göre ise, İslam halk içindir, ezilenler içindir, fukaralar içindir. Derdimizin devasını aradığımız İslam bu ikisinden acaba hangisidir? Fukaraları kollayıp gözeten İslamî yaklaşımla dertlere deva aramakta olduğumuzu söylemek de yeterli değildir. Aynı sözleri hükümdarların tamamı da eksiksiz telaffuz ediyorlar. Gerçek İslam, yalnızca yoksulların derdine deva olma göreviyle yetinmez. Gerçek manada İslam, adalet için, haksızlıkları yok etmek için, fukaralığı kökünden kazımak için dişe diş bir mücadele verilmesini emreder. İslam’ı Ebu Zerr'in anladığı şekilde anladığımızı açıkça ifade, Mervan'ın anladığı tarzı ise açıkça reddetmeliyiz. Adil bir düzeni ve gerçek bir İslamî liderliği arzu ettiğimizi sınıflara bölünmüş, bazı bireyleri aristokratik imtiyazlarla donatılmış bir düzeni arzu etmediğimizi dile getirmeliyiz. Esarete, atâlete, rezilane bir sükuta hayır demeliyiz. İslâmiyet için can verecek savaşçılara ihtiyacımız var. Ruhâni liderlere ihtiyacımız yok. Susamışlığımız, İslamı gerçek bir Müslüman gibi yaşayan devlet adamlarınadır, Safevi Hanedanına değil.”

 

Bu iki farklı yorum tarzı, farklı sonuçları da beraberinde getirdi. Bunlardan birincisi Ali'nin  şahsında tezahür eden dinamik İslam anlayışı, ikincisi ise Safevi'lerin şahsında vucud bulan statik İslam anlayışıdır. Safevi Hanedanı, İslamı kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmış, gücün kendi ailelerinde toplanmasını sağlamış, tevhidi olmayan ulemâya yüksek bir statü kazandırmıştır. İslam, bu insanların çabalarıyla gücünden çok şey kaybetmiş, Müslümanların köleleştirilmeleri mümkün olabilmiştir. Gerçek manada İslam, tarihin yıkıntıları arasına gömülmüştür.

 

Şöyle der: “Devrimci boyutu göz ardı edilmiş İslam, filozofların, din bilimlerinin, devlet adamlarının, fakihlerin eğitiminin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. İslâmiyeti skolastik bir eğitim sonunda beyinlerine emdirenler müçtehid sıfatıyla, âlim sıfatıyla toplum içerisinde görev almaktadırlar. Devrimci boyutu yok sayılan İslam’ı yabancı uzmanlar ve reaksiyoner bireyler de algılayıp anlayabilmektedirler. Öte yandan devrimci İslam’ın genellikle eğitim görmemiş geniş halk kitleleri tarafından hakkıyla anlaşılabildiğine şahit olmaktayız. Cahil, eğitim görmemiş insanların, İslam'ı Müslüman din adamlarından çok daha sağlıklı bir tarzda anlayıp değerlendirdiklerini görmekteyiz. Bir cahil Müslüman'ın bir fakihi, bir âlimi, pek muhterem bir din bilginini bastırdığını tesbit etmekteyiz.”

 

O İslamî kavramların dinamik yorumlarını vermekteydi. Ümmet, imamet, adl, şehadet, hicret, intizar, şirk ve tevhid kavramlarına getirdiği yorumlar, bu kavramların bir eylemin başlatılması süreci için taban oluşturabilmelerini sağlamıştır. O'nun İslami kavramları dinamik bir ideoloji haline dönüştürebilmek için kullandığı metodoloji de bütünüyle İslamîdir.

 

Şeriati, bir toplumda değişiklik yapabilmek için üç tip yaklaşımın var olduğuna inanır: Muhafazakar, devrimci ve reformcu. Tevhidi olmayan ulemâ birinci yaklaşım tarzını seçmiş, geçmişe, artık hükmü kalmamış geleneklere ve tarzlara müracaatla mevcut durumu değiştirmenin yollarını aramıştır. Ulemânın geçmişe sıkı sıkıya sarılmasının sebebi zaman içerisinde geleneklerini değiştirmenin, bir ağacın kökü ile dalları arasındaki ilişkiyi kesmekten farklı olmadığına inanmış olmasıdır.

 

Devrimci yaklaşım tarzında, geçmişle olan tüm bağlar koparılmaktadır, reformcu yaklaşım tarzı ise, diğer iki yaklaşım tarzını birlikte ele almakta, zaman içersinde gerçekleşecek tedrici değişiklerle sonuca gidilmesini öngörmektedir. Peygamber'in yaklaşımının üç tarzın üçünden de farklı olduğunu ileri sürer. Ona göre Peygamber şekli korurken, manayı değiştirerek sonuca gitmiştir. İslam öncesi pek çok form muhafaza edilmiş, fakat manaları değiştirilmiştir. Böylece, insanların köklerinden kopmasının önüne geçilmiş, yeni manâları içlerine sindirebilmeleri kolaylaştırılmıştır.

 

Peygamber’in izlediği bu yöntemin en çarpıcı örneğini Hac[3] olgusunda görmek mümkündür. İslam öncesinde Arap’lar dini inançlarının bir gereği olarak Kabe içerisinda bulunan putların  etrafında tavaf etmekteydiler. Peygamber, Hac olgusunun bu formunu korudu. Ne var ki, ibadetin manasını değiştirdi. Yeni mana, İrfani'nin sözleriyle “İlkinin tam tersiydi, ilki ile bütünüyle taban tabana zıt idi.” İnsanlar Kabe'nin etrafında artık putlara  tapınmak için değil ama, kainatın yaratıcısı bir tek Allah’a ibadet için, tüm insanların kardeşliğini vurgulamak için tavaf etmekteydiler. Görülen, dış görünüşün olduğu gibi muhafaza edilirken, mananın bütünüyle değiştirildiğiydi. Üstelik bu sonuç elde edilirken zora baş vurulmamış, insanlar rencide edilmemişti. Bu arada bir devrimden beklenen sonuçların tamamı da eksiksiz alınmıştı.

 

Haccın her aşamasını, Peygamber’in İslami metodolojisine göre şöyle yorumlar: Hacıların üç putu taşa tutmaları, kapitalizm putunun, despotizm putunun ve dini mürailiğin taşa tutulmasıdır. Hac bir bütün olarak takva’ya ulaşmanın bir yoludur. İslam’ın bir farzını gerçekleştirmek üzere yola çıkmış bir insanın proplemlerinin çözümünden sorumlu olarak gördüğünü, köşesine çekilmiş, kendisinden gayrısıyla ilgilenmiyen bir insan olmayı peşin peşin reddettiğini söyler. Allah’ın yoluna düşmüş, ne yaptığını bilir bir mücahid olmak ise kolay bir iş değildir. Çıkılan yolda her türlü fedakarlığa razı olmak, her türlü sıkıntıya katlanmak vardır. Kişisel çıkarlardan bütünüyle arınmak gerekmektedir. Tutsaklığa, işkenceye, sürgüne, acılara, geçti derken yenisini hemen geliveren tehlikelere, idam mangalarına cesaretle göğüs germek gerekir. Bir kimsenin halkla bir olup, Allah’ın yolunda yürüyebilmesinin başkaca bir yolu yoktur.

 

Allah ile insan arasında bir köprü görevi gören Kur'an, insana hizmet etmenin Allah'a hizmet etmek olduğunu söyler. Kur'an, insanın ictimai sorumluluklarına büyük önem vermektedir. Bireyi şuurlu olmaya zorlamaktadır. Bencillik ve mutlak mükemmellik arasında bir tercih yapmasını istemektedir. Tarih, insanın bu iki zıt kutup arasında verdiği mücadelelerle doludur. Bu mücadelenin ilk örneklerinden birini Habil ile Kabil arasında görmek mümkündür. İnsanın yapacağı tercih, doğrudan doğruya içinde yaşayacağı toplumun yapısını belirleyecektir. Yapılan tercihin türüne göre ya tevhid esasına ya da şirk esasına istinad eden bir toplum ortaya çıkacaktır. Şirk, toplumların ekonomi ve ırk kıstaslarına göre ayrılmasına sebebiyet verir. Batı Kapitalizmine yönelip, Batı türü emperyalizme veya Marksizm'e yönelip toplum için materyalist bir anlayış tarzını kabul etmek, sonuç itibariyle tevhid esasına istinat eden bir toplumdan uzaklaşılmaya sebebiyet verecektir.

 

O'na göre insanın sebeb olduğu, insanın yaşadığı, insanın şahit olduğu çatışma, modern ve geleneksel güçler arasında değildir. Burjuvazi ile proleterya arasında da değildir. Bilindiği gibi bu görüşlerden ilkini modernizasyon teorisi, ikincisini Marksist teori ileri sürer. Çatışma, tevhid güçleri ile şirk güçleri arasındadır. Tevhid inancı, dünya genelinde bir çerçeve çizmektedir. Dünya üzerinde bir harmoni inşa etmeyi  amaçlamaktadır. İnsan ile tabiat, ruh ile beden bu dünya ile ahiret, mânâ ve madde arasında bir çelişki bir zıtlaşma yoktur. Yasal, sınıf, toplum, politika, ırk, milliyet, toprak, genetik veya ekonomik çatışmalarının tamamının tevhid inancında yeri yoktur.

 

“Yeryüzünde ne zaman ki doğa ile doğa ötesi, madde ile mana, dünya ile ahiret, akıl ile duygu, bilim ile din, metafizik ile tabiat, insan için çalışanla Allah için çalışan, siyaset ile din, mantık ile aşk, ekmek ile ibadet, inanç ile inançsızlık, hayat ile ebediyet, toprak sahibi ile köylü, yönetenle yönetilen, siyah ile beyaz,  asil ile köle, ruhban sınıfı ile halk, ışık ile karanlık, irsi fazilet ile irsi fenalık, Yunan ile gayrısı, Arap ile Arap olmayan, İran’lı ile İran’lı olmayan, kapitalist ile proleter, seçkinler ile halk, âlim ile cahil arasında bir zıtlaşma mevcut ise, bu şirk’in dünya görüşünün bir ürünüdür ve bu zıtlaşmalar aynı zamanda şirkin yapı taşlarıdır. Tevhid esasına ve dünya görüşüne inanmış olanların vazifesi, tevhid devleti kurulana ve yeryüzünde birlik sağlanana kadar şirk ile mücadele etmektir.”

 

Dünya genelinde bir harmoninin muhtelif süreçlerle gerçekleştirilebilir ve bu işi hayalden hakikate dönüştürecek olanlar hamurları İslam’la yoğurulmuş insanlar ve liderlerdir. Hedefe  ulaşılmasında en önemli faktör, Kur’an’da da ifade edildiği üzere halktır. Müslümanlar gerek birey olarak ve gerekse toplum olarak kendi kaderlerini değiştirmekten sorumlu tutulmuşlardır. Yapılacak değişiklikler, kitapta tayin edilen çerçeve dahilinde yapılmalıdır. Bu suretle doğru yola ulaşmak mümkün olacaktır. Tevhid esasına göre inşa edilmiş toplumlarda, toplumun ögeleri arasında zıtlaşma yoktur. Bu tür zıtlaşmalar ya insanların veya liderlerin başarısızlıklarının bir sonucu olarak veya şirk normlarının uygulanmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bir Tevhid toplumunda sonuç üzerinde halkın ve liderin etkinlik derecesi zaman zaman değişiklikler göstermiştir. İçtimai yapının oluşmasında bazan halkın, bazan liderin daha fazla etkin olduğu görülmüştür.

 

Buna ait en çarpıcı örneği İslam’ın doğuş yıllarında buluruz. “Peygamber'in kişiliği, değişikliği gerçekleştirme, gelişmeyi sağlama, asırlar ötesine taşacak olan bir medeniyeti inşa ve tarihin akışını değiştirme hususlarında en önemli faktördü.”

 

 Şeriati'ye göre “ümmet, bir tek lider tarafından bir tek ortak hedefe ulaşmak için yöneltilen bir insanlar topluluğudur.” İmamet olmaksızın böylesi bir ümmetin var olabilmesi mümkün olmaz. Ümmet, ebedi bir hareket içerisinde olan bir varlık, İmamet ise, bu harekete liderlik eden bir rejimdir. Ümmet’in bir parçası olan bireyin hayatından her müslüman sorumludur. Birey topluma, toplum bireye karşı sorumludur. Hedef zengin olmak değildir; İslami esaslara göre sağlıklı bir ömür sürebilmektir. Özgürlük bir ideal değildir, ideale ulaşmak için bir vasıtadır. İnsan, sürekli olarak bir oluşum sürecinin içerisindedir. Toplumun geçireceği her türlü değişiklik için birey asli unsurdur.[4]

 

Toplum içerisinde her bireyin görevi ve amacı, toplum içerisindeki statüsü ne olursa olsun “Emri bil maruf” ilkesini hayata geçirmektedir. Bu prensip toplumlara bir istikrar getirecek, her türlü inkiraza karşı koruyacaktır. Hiçbir kimse bu ilkeye sırt çeviremez, tarafsız kalamaz.

 

 

 

 

 

 

 



[1] Şeriati’nin şehadetinin 10. yıl dönümünde, Dr. Abdülkerim Suruş’un Meşhed Dr. Ali Şeraiti Edebiyat ve Beşeri İlimler Fakültesinde, Haziran 1987 tarihinde verdiği konferanstan. Bakınız: Dr. Abdülkerim Suruş, Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması ve Dr. Ali Şeraiti, Kıyam Yayıncılık, Çeviri: Sabah Kara, Ankara, 1989, s.10-12

[2] Ali Şeraiti, İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, s.37

[3] Haccın geniş bir tahlili bakınız: Ali Şeraitî, Hacc, Özgün Yayıncılık, İstanbul, 1998

[4] Geniş bilgi için bakınız: Ali Şeraitî, Ümmet ve İmamet, Fecr Yayınevi, Ankara, 1997