“Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.”
Bir kış günü, şehrin periferindeki evimde sabah saatleri, dışarıda kar yağıyor. Derin bir sessizlik içinde derin bir yalnızlık duygusu her tarafa sinmiş. Uzaktan araba sesleri duyuyorum ara sıra. Pencereden sokaklara bakıyorum. Karda oynayan köpekler ve ara sıra gelip geçen insanlar. Bir kadın çocuğunun elinden tutmaya çalışıyor. Bir elimdeki metne bakıyorum bir yağan kara. Okuduğum kitapla hava ancak bu kadar birbirini tamamlayabilirdi.
Sürgün üzerine Said’in, yani Edward Said’in yazdıklarını okuyorum. Wallace Stevens’ten ödünç alarak Said, sürgün için ‘kış ruhu’ diyor. Gerçekten de kış bir sürgün gibi. İnsan kışa alışabilir mi? Sürgün bir kış ruhu olarak hep baharı bekler. Ama bahar belki de hiç gelmeyecektir sürgün için.
Sürgün hakkında yazmak insana çok çekici gelebilir. Bir yönüyle trajedidir sürgün. İnsanlık tarihi boyunca hiç bir metin trajedi kadar insanlara çekici gelmemiştir. Sürgün hakkında yazmak da okumak da çekici gelebilir ama sürgünün kendisi korkunçtur. Yaşadığımız çağ geçmiş bir iki çağdan aldığı mirasla sürgün çağıdır. İnsanlar tarafından üretilmiştir başka insanlar için. Benlikle benliğin anavatanı arasında kapatılmaz bir gediktir sürgün.
Kasten ölüm gibidir ama Said’in dediği gibi ölümün nihai merhametini sunmadan milyonlarca insanı geleneğin, ailenin ve coğrafyanın verdiği besinlerden koparan bir şey değil midir sürgün? Ve sürgün bizi, kalpsiz olmaya mahkum edilmiş bir dünyada yurtsuzluğun trajik kaderini dikkate almaya mecbur eder. Sürgün, hayatı daha dolu yaşamak, kimlikte en ufak bir örselenmeye, parçalanmaya müsaade etmemek için tahammül edilmesi gereken bir deneyim olur sonunda.
Sürgünler ‘masum milliyetçilik’lerin zamanla ortaya çıkardıkları trajik sonlardır. Milliyetçiliğin çizdiği sınırlar, hemen biz diye tanımlanan bir alan olarak yabancıdan ayrılan bir alana komşuluk eder. İşte bu ötekinin alanı binlerce yıldır sürgünlerin dolaşıp durduğu, acılar, yalnızlıklar, öfkeler, korkular diyarıdır. Bu nevrotik korkular diyarında meydan okuma ve kaybetme hissi demlenir de demlenir. Bu dem eve dönüş hayalidir. Eve dönüşün, o alışkanlıklarla ikamet etmenin birbirine karıştığı habitusu yeniden yaşamanın imkansızlığı anlaşılınca, sürgün elindeki kıt imkanlara ve nesnelere sımsıkı sarılır. Saldırgan bir korumacılık gelişir. Bu nevrozun bir belirtisi olan kıskançlıktır.
Milliyetçiliğin zorunlu kıldığı bir koparılmışlıktır sürgün. Sürgün için güven duyulacak bir şey yoktur. Hayatını, kaybettiği günleri kazanmak uğruna harcamaya başlar. Kendisinin yöneteceği bir dünya varetmek ister. Fantastik bir gerçekdışılık olarak bu, aşkın bir yurtsuzluğun pathosunu oluşturur. Kendisini sürgün eden dünyaya benzer bir dünya yaratmak için çaba harcar.
Onlar öksüzdürler. Anavatanlarını kaybetmişlerdir. Çocuğun annesini yeniden doğurmasına benzer bu çaba. Ait olmama duygusundan kaynaklanan ait olmayı reddetme sonunda öfkeye dönüşür. Farklılığına sarılarak tapınmaya başlar bir süre sonra. Sonra kendisi için, kendine göre, kendisi tarafından bir milliyetçilik dahi inşa edebilir.
Milliyetçiliğin dayattığı bu zorunlu milliyetçilik insanı aldanışa sürükler. Bu aldanış sürgünün yaralı bilincinde hegamonik bir epistemin inşasını zorunlu kılar. Bu epistem nihayetinde zorunlu olarak sekülerdir. Seküler epistemin en büyük önyargısı devlettir. Oysa devlet modern muhtevasıyla insanlığın icat ettiği en büyük hegamonik aygıttır. Sürgün yaralı bilinciyle ısrarla devletini kurmak için çalışır. Bu kök salmak olarak tanımlayabileceğimiz bir bilinçaltı alanından kaynaklanır. Bu acılar üreten savaşlar ve katliamlar çağında köksüzlük için önerilen tehlikeli çareler arasında devlet yada devletçilik fikri, en sinsi olanıdır Said’in deyimiyle.
Sürgünü olumlamak istediğimizde de elimiz boş dönmeyiz. Sürgün daha iyi bir yaşamın, yarının ve yarının tarihinin bir ön koşulu olarak da okunabilir. Bir milletin devlet olmadan önceki intizarı, bir peygamberin zaferle evine ve yurduna dönmeden önceki büyük sabrı olarak da okuyabiliriz. Musa gibi, İsa gibi, Muhammed gibi. Fakat bu sürgünlerle bizim üzerinde durduğumuz sürgün arasında mahiyet farkı vardır. Bu fark büyük yıkım güçlerini ellerinde bulunduran yeni dünyanın yüzsüz efendilerinin zulmünü kolektif bir bilinç, dayanışma ve işbirliği olmaksızın ortadan kaldırmanın imkansızlığından ileri gelir. Tekil ve/veya çoğul sürgünlerin bu imkanı yakalaması bugün muhaldir.
Sürgün gerçekten bir kış ruhudur. Bekleyişler, umutlar, imkansızlıklar, uzun geceler, yalnızlık, homojen bir hava hep bir demleniştir. Bu demleniş bir yabancılaşmayı da bünyesinde barındırır. Kış nasıl insanın ufkunu kısıtlayarak uzun ve karanlık gecelere hapsederse sürgün de ayrı olmak ve yabancılaşmakla insani derinlikten uzaklaştırır ve yatay bir acılar çölünde güneşin altında yakar da yakar.
İnsan ontolojik olarak yurtsuzdur. Yurtsuzluğu yer yuvarlağının tamamının onun yurdu olması anlamına gelir. Ama insan aklı sınırlar çizer. Pasaportlar koyar. Ulus devletler inşa eder. Oysa ırmaklar pasaportsuz geçer ülke sınırlarından. Toprak sınırın iki yakasında da aynı çiçekleri besler durur. Hava hapsedilemez. Ateş herkesi aynı yakar. Acıların iki türlüsü yoktur. Gözyaşı hep aynı akar.
İnsan beşer olarak topluma, tarihe, coğrafyaya ve benliğine bağımlıdır. Bunlar onun içine doğduğu habitusudur. Toplumla ve coğrafyayla bağı koparılmış sürgün, yapıcısı olması gereken tarihin dışına itilir ve benliğin yabancılaşmasını yaşar. Bu zindanlar onu bir kere daha diğer insanlardan farklı olarak kuşatır. Sürgünü üstün, kahramanca, şanlı ve lirik bir şekilde anlatabiliriz. Bununla ilgili hikayeler okuyabilirsiniz. Fakat bunlar sürgünün ezici, yabancılaştırıcı, felç edici o soğuk ruhunu ortadan kaldırmaya yönelik çabalar olarak kalır. Gerçek sürgün bir kayıptır. Bu kaybı modern hikaye biçimleriyle modern kültürün bir parçası haline getirmek sürgünü ve onun edebiyatını metalaştır.
Yazımın başına serlevha yaptığım alıntı Saksonya’da on ikinci yüz yılda yaşamış Victor’lu bir keşiş olan St. Hugo’ya ait. Tamamını ise Said bize şöyle aktarıyor; ‘Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan ruh, sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü insan sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.’ İlahi bir söylemden kokular taşıyan bu sözlerle Hugo, bize, insanın aslında bu dünyada bir misafir olarak ancak bir ağaç gölgesinde dinlenmek için geldiğini fısıldar. İnsan ise gölgesine sığınacağı ağaçları katlediyor.
Ağaç gölgelerinde Beethoven dinlenebilir mi? Bir dahaki yazıda buna bakalım.
www.islahhaber.com