İki senedir en yüksek perdeden AK Parti iktidarının 5 temel sorunla yüz yüze bulunduğunu söyledim ve yazdım. AK Partililer, binbir iftira ve yalan üreterek karşılık vermeye, bu eleştirilerin etkisini küçültmeye çalıştılar. Fakat gelişmeler söz konusu eleştirilerin ne kadar yerinde olduğunu açıkça ortaya koymuş oldu. Önce beş temel eleştiri noktasının ne olduğunu hatırlamakta fayda var:
1) Gelir bölüşümünde adalet sağlanamadı. AK Parti hükümeti, takip ettiği ekonomi politikalarıyla son tahlilde zengini daha çok zengin ediyor. Sıkı usullerle uygulanan IMF politikaları yoksul kesimlerin, çalışanların, çiftçinin, emeklinin, esnafın durumunda herhangi bir iyileştirme meydana getirmedi. Finans sektöründeki hareketliliği reel ekonomiden ayırmak gerekir. Aslolan reel ekonomide yaşanan ciddi sorunlar, vukua gelen büyük haksızlıklardır.
Elimizde somut veriler var. Mesela, Koç Grubu, 2010 hedefine beş sene önce, yani 2005`te ulaştığını açıkladı. Koç Grubu, nasıl bir cennette iş yapıyor ki, servetini katlıyor. Aydın Doğan, bu hükümet döneminde tam 8 kat büyüdü. 2002 yılına kadar Türkiye`den 3 dolar milyarderi vardı, şimdi bunların sayısı 21`e çıktı. Kim ne derse desin, resmi rakamlara göre 19 milyon yoksul ve 1 milyon aç insan var. Çalışan, yani iş bulduğunu söyleyenlerin yarısından biraz fazlası asgari ücretle çalışıyor, yani aylık gelirleri 300 dolardan fazla değil. Bütün çabasını zenginleri daha çok zengin etmesine harcamış olmasına rağmen, Koç Grubunun patronu Rahmi Koç "Bunlar ekonomide iyi, ama başka konularla ilgilenmesinler, eşi başörtülü cumhurbaşkanı seçmeye çalışmak olmaz" dedi. Demek ki, yaranamadılar.
2) Bütün umutlar AB üyelik sürecine bağlanmasına rağmen, Müslümanların temel hak ve özgürlükleri konusunda hiçbir iyileşme meydana gelmedi. Gelmediği gibi daha da kötüleşti. Başörtüsü sorunu, İmam Hatip Okulları, Kur`an kursları ve diğer konularda her zamankinden çok daha büyük sıkıntılar yaşanıyor. 2002 yılında AB`ye destek yüzde 76`lara çıkmış bulunuyordu. Bu aynı zamanda Hükümet`in tutumunun da tasvibi ve bazı beklentilerin ifadesi anlamını taşıyordu. Şunun unutulmaması lazım, eğer bu destek ve AK Parti hükümeti olmasaydı, Türkiye AB üyelik sürecinde bu mesafeyi alamazdı, fakat bu karşılıksız bir destek oldu.
Geldiğimiz noktada şu açıkça ortaya çıktı ki, hükümet AB üyelik sürecini iyi kullanamadı. Müslümanlar 28 Şubat sürecinin akebinde fonksiyonel düşüncelerle AB`yi desteklediler, durumlarında bir rahatlama olma düşüncesini taşıyorlardı. 2002 `de AK Parti iktidara gelince, AB ile olan ilişkilerin her aşamasında sorunları çözülecek, AK Parti bunları gündeme taşıyacaktı. Tam aksine oldu. Yapılması gereken şey, Müslüman cemaat ve grupların temel hak ve özgürlük taleplerini AB üyelik sürecine dahil etmek ve bu konuda ısrarcı davranmak olmalıydı; fakat AK Parti iktidarı Müslümanların hassasiyetlerini sürece dahil etmedi, gündeme bile almadı, AB`den gelen reform paketlerini sorgusuz sualsiz kabul edip geçirdi. İdam cezasını kaldırdı, zinayı yasak olmaktan çıkardı. Süreç eşcinselleri bile kanunların koruması altına alırken dindar kitleleri görmedi bile. Bugün eşcinselliğin aleyhinde yazmak ve konuşmak kanunen suç oldu. Müslüman cemaatlerin bugün AB`ye olan destekleri azalmışsa, bu aslında AK Parti`ye olan umutlarının da azalmasının bir başka yönden göstergesidir. Çünkü bu süreçte AK Parti değil de, mesela CHP veya başka bir sağ parti iktidarda olsaydı, zaten bundan farklı bir sonuç hasıl olmayacaktı, yani onlar da Müslümanların taleplerini dile getirmeyecek, dertlerine tercüman olmayacaklardı. Bu bağlamda AK Parti ile diğer partiler arasında hiçbir fark yoktur, bundan sonra ise AB üyelik sürecinin bir rahatlama getireceği hayalden ibarettir, çünkü şartlar kökten değişti.
Bütün yumurtalarını AB sepetine koyma riskini göze almasına rağmen, AB sürecinden Müslüman kitlelerin temel hak ve özgürlükleri alanlarında iyileşeme sağlama yönünde hiçbir mesafe alınmadı. Bunun sebebi AK Parti`nin bu sorunları somut ve açık bir talep olarak AB gündemine sokmaktan istinkaf edinmesidir.
"AB bu talepleri kaale almaz" demenin hiçbir mazereti yoktur. AK Parti, AB`yle ilgili vizyonunu ve değerlendirmeye mesnet teşkil edecek düşüncelerini liberal aydınlardan aldı, bu aydınların öncelikleri arasında Müslümanların temel hak ve özgürlükleri hiçbir zaman yer almadılar, hatta Müslümanların hak ve özgürlük taleplerini "dini vecibeler" statüsünde bile kabul etmediler. Maalesef AK Parti kendi asli ve hakiki referans çerçevesini değiştirmek suretiyle, trajik bir biçimde kendi kalesine gol atmayı marifet bildi.
Eğer kararlı davranılsaydı AB`nin Müslümanların hak taleplerini geri çevirmesi düşünülemezdi. Madem ki, AB`nin de Türkiye`ye ihtiyacı var -ki eski İtalya Başbakanı ve AB`den başka yetkililer bunu açıkça itiraf ediyor ve elbette öyledir- bu durumda hükümet her masaya oturuşunda Müslümanların sorunlarını dile getirmeliydi. En azından Almanya`da Merkel`in, Fransa`da Sarkozy`nin başa gelmesinden önce bunlara bir hal çaresi bulunmalıydı. Fakat hükümet kendini bu sorunlarla ilişkilendirmekten dahi korktu; öyle ki Başbakan`ın en yakın adamı televizyon ekranlarında "Biz kamuda hizmet verenlerin başörtüsü kullanmasına karşıyız, bu laikliğe aykırıdır" dedi.
3) Genel dış politika sorunlarıyla ilgili olarak hükümetin elinde AB yol haritası ve ABD`yle uyumlu bir dış politika izlemekten başka bir inisiyatif olmadı. Hatta uluslar arası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olan akademisyen ve gözlemcilerin açıkça ifade ettikleri gibi, AK Parti`nin kendini Amerika ve Avrupa nezdinde "desteklenmeye değer parti" olarak takdim etmesinin en önemli argümanı budur. Eğer AK Parti, AB üyelik sürecini bütün var gücüyle ve samimiyetle yürüteceği yönünde sağlam bir taahhütte bulunmamış olsaydı, dış güçlerin onu desteklemesi düşünülemezdi. Dış politika konularında yeterince donanımlı olmadığı herkesçe bilinen lider, buna inandırıldıktan sonra, AB üyelik sürecine dört elle sahip çıkıldı.
Bunun başlı başına bir nakısa olduğunu düşünenler elbette haksız değil. Şu varki, toplumda o gün için var olan genel eğilim, AB üyelik sürecinin Müslüman kitlelerin çektiği sıkıntıları aşmalarında umut vereceği yönündeydi.
Bunun hangi ölçülerde özgün veya başarılı bir tutum olduğu konusu üzerinde yeterince durulmuş, çok yönlü muhasebesi yapılmış değildir. Hükümetin -dış etkin destek kaygısıyla ve elbette AK Parti`nin kuruluşunda rol oynayan büyük güçlerle uzlaşma doktrini çerçevesinde- İsrail`le giriştiği açık ve gizli ilişkiler -en azından- Türkiye`yi "arkadan giden bir ülke" konumuna itti. Öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye, Amerika ile bile ilişkilerini "İsrail üzerinden kurma"ya başladı.
Türkiye gibi bir ülkenin elbette radikal bir biçimde Amerika, Avrupa ve hatta İsrail`le ilişkilerini kesmesini beklemiyor. Bu aşamada, yakın veya orta vadede çok akıllı bir tutum olmaz. Ancak elindeki gücü, avantajı ve kozları görmezlikten gelip, bir iktidarın iplerini İsrail`e kaptırması kabul edilemez. Kim bu yönde eleştiri yapıyorsa, iktidar çevresi "Bunlar radikal adamlar, real politikten anlamazlar" diye suçlamaktadırlar ki, bu da tamamiyle boş bir propagandadan ibarettir. Hakikatte olan şu ki, İsrail ile ilişkiler hiçbir zaman iddia edildiği üzere real-politik hesaplar dahilinde kurulmamış -ki kimsenin buna itirazı yok-, aksine içerde iktidara gelmenin ve iktidarda kalmanın yegane imkanı ve güvencesi olarak görülmüştür. Bazı münferit ve iç politikaya dönük çıkışlar bir yana, İsrail`le ilişkiler hiçbir dönemde bu seviyeye çıkmış değildir; öyle ki dünyadaki en büyük Yahudi kuruluşu olan JINSA, 28 Şubat sürecinin baş aktörü Çevik Bir`den sonra ikinci ödülü Başbakan R. Tayip Erdoğan`a verdi. İsrail ve Yahudi kuruluşları, dünyada hiç kimseye, real politika yürüten kimselere bu ödülü vermez.
AK Parti hükümetinin dış politikada altını çizdiği `başarı`, "Bölgede inisiyatif aldığımız" yolundaki iddiadır. Bu konuda elbette önemli başarılar sağlandı, ama stratejik yönüyle atılan söz konusu adımların büyük bir bölümünün BOP çerçevesinde düşünüldüğü göz ardı edilemez. Başbakan Erdoğan açık bir biçimde "Biz BOP`un eş başkanlığını yapıyoruz, bizim bu projeyi hayata geçirme gibi bir görevimiz ve misyonumuz var" demiştir ki, Türkiye`de yükselmekte olan ulusalcı dalganın öne çıkardığı öfkeyi bundan bağımsız düşünemeyiz. "BOP`a karşı çıkmak" ile "ulusalcı olmak veya ulusalcılarla bir safta yer almak" aynı şeyler değildir; bu retorik basit bir propagandadır.
BOP`un içinde Türkiye`nin de yer aldığı 22 İslam ülkesinde rejim ve siyasi harita değişikliğini ön gördüğünü kimse görmezlikten gelemez; yayınlanan haritalar bunun psikolojik ön hazırlığından başka bir şey değildir. Irak, Lübnan, Filistin paramparça ediliyor; sırada Suriye, İran ve diğer ülkeler var. Afganistan, Sudan ve Somali`nin trajik durumu ortada. Türkiye de bu kapsam içinde. BOP kesin olarak İslam dünyasının parça parça bölünmesini ve hiçbir parçasının İsrail`den daha büyük ve daha güçlü olmamasını hedeflemektedir. Amerika, bölgede İsrail`den daha muktedir hiçbir Müslüman topluluğu istemiyor, elinde kılıç tezgahın üzerine serdiği atlas kumaşı canı istediği gibi parçalara ayırıyor. Böyle iken AK Parti iktidarı nasıl kendini BOP`la ilişkilendirebilir, bunu seçmen kitlesinin ve iki üç nesildir kendini bu davaya adamış samimi mü`minlerin kendi vicdanlarında bu soruya cevap araması lazım.
Hafızamızı tazeleyelim: 1 Mart 2003 tezkeresi tartışmaları sırasında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, açıkça "Bu hükümetin bu tezkereyi geçirme gibi bir misyonu var" demişti. 1 Mart tezkeresi, sanıldığının aksine Türk askerinin Irak`a girişini öngörmüyor, sadece 65 bin Amerikan askerinin Türkiye`nin Güneydoğusu`na yerleşmesini öngörüyordu ki, bu başımıza gelebilecek en büyük felaketti. Dış basında Amerika`nın sadece askerlerini Türkiye`ye konuşlandırmak istediği, Türk askerinin Irak`a girmesinin asla söz konusu olmadığı yazıldı çizildi. Türk medyası ise halkı doğru dürüst bilgilendirmedi.
Tezkerenin geçmemesi Türkiye`ye bölgede ve dünyada büyük bir itibar kazandırdı, ama herkes biliyor ki, 1 Mart tezkeresi Başbakan`a, hükümete ve Amerikan Neoconların hükümet içindeki acenteleri misyonuyla faaliyet gösteren danışmanların oluşturduğu politbüroya rağmen geçmemiştir. Eğer hükümete kalsaydı itibarımız sıfıra müncer olur, ülkemiz de felakete düşerdi. Neoconların Türkiye için hangi felaket senaryolarını yazdıklarını, son Hudson Enstitüsü`nün skandal toplantısı ortaya koymuş bulunmaktadır.
Hükümetin en yüksek düzeydeki elemanları "Biz çok boyutlu bir dış politika izliyoruz, çok eksenli politika izlemiyoruz, bizim tek eksenimiz var, o da AB üyelik sürecidir" demişlerdir ki, bu, yeterince Türkiye`nin Ortadoğu`da ve Afrika`da hangi amaçlarla girişimlerde bulunduğunu gösteriyor. Mısır`da girişilen faaliyetlerin birinci derecedeki amacı, İsrail`in kendi adına ve kendi başına yapamadığı ekonomik faaliyetleri Türk şirketleri üzerinden yapması, böylelikle Afrika`ya açılmasını sağlamaktır. Orada faaliyet gösteren ve Mısır hükümeti tarafından önemli avantajlarla desteklenen Türk firmaları, üretimde kullanacakları hammaddenin asgari yüzde 12`sini İsrail`den veya İsrailli bir firma üzerinden almak ve yine ürettikleri malları Amerikalı firmalar aracılığıyla ihraç etmek zorundadırlar, aksi halde orada faaliyet göstermeleri mümkün değildir.
Bu hükümet ve stratejistleri Türkiye`yi "basit bir kanat ülke", üzerinden gelip geçilen, çiğnenen "bir köprü" ve zavallı "bir hamal" olarak algılamış, bize bu misyonu uygun görmüşlerdir. "Biz küresel güç olması gereken Avrupa`yı Ortadoğu`ya, Asya`ya, Türki cumhuriyetlere, İslam dünyasına taşıyacağız" demek gurur kırıcıdır, vizyon körlüğüdür.
4) Hükümetin ve AK Parti`nin yolsuzluklarla mücadele etme gibi bir iddiası ve vaadi vardı. Yolsuzluklarla mücadele siyasetin temel sorunudur, bu yüzden genel olarak bütün partilerin bu yönde vaadi olur. Fakat "dini ve ahlâki" ya da Erbakan`ın deyimiyle "ahlâk ve maneviyat"a dayalı değerleri öne çıkaran Milli Görüş partileri herkesten çok bu konuya vurgu yaptılar ve bu genel olarak kamuoyu nezdinde kabul gördü. Herkes bu çizgideki siyasetçilerin Türkiye`yi arındıracaklarını, temiz bir ülke meydana getireceklerini düşünmeye başladı.
Gel gör ki AK Parti etrafında toplanan hacıyatmazların yolsuzlukları ayyuka çıkmış bulunmaktadır. Deyim yerindeyse bazıları "deveyi hamuduyla yemektedirler". Bu seçimin en önemli konularından birinin "yolsuzluklar" olması beklenirken, merkezdeki çekirdek, AK Parti`ye siyaset zarar vermek -aslında sonuç itibariyle yarar sağlamak- amacıyla bu partiyi "din" üzerinden vurma yolunu seçti, bir kere daha bir muhtıranın gerekçesi "irtica" gösterildi ve irticanın belirtisi de Urfa`da Kutlu Doğum haftasında ilahi okuyan 7-12 yaş arası kız çocukları gösterildi. Oysa belli başlı merkezlerde ve medya plazalarında saklı tutulan "yolsuzluk dosyaları" açılsaydı belki sonuç farklı olurdu.
Her ne ise, ortada olan gerçek şu ki, bazı bakan çocuklarının özel avantaj sağlamaları için sınırlı zaman dilimine mahsus kanunlar çıkartılmakta, daha bıyıkları yeni terlemiş gençler kolayca armatör olabilmektedir. İran İslam devrimi, radikalizm vb. her platformda Müslümanların her fikriyatını sömürüp, sonraları bu işleri bırakanlar, RP zamanında saç sakal takva gezenler, parmaklarında kalın gümüş yüzük takanlar ile ANAP`ta ve MHP`de hiçbir varlık gösteremeyenler ve yine bir zamanlar Prof. Necmettin Erbakan ve R. Tayyip Erdoğan`a ağız dolusu sövüp küfredenler, adeta bir blok kurarak bu iktidar döneminde kamunun kaynaklarını hortumlamaya başladılar. Bir anda zengin olanlar kibir, haset ve sonradan görmelik üreterek toplumda bazı kesimlerin kendilerine ve onların şahsında bütün Müslümanlara husumet beslemelerine sebep olmuşlardır.
Ulusalcıların düzenlediği Cumhuriyet mitinglerinde bu öfkenin izlerini görmezlikten gelmek yanlış olur, bunun üzerinde tefekkür edip gerekli dersleri çıkarmak lazım. Müslüman servetini sadece helal yollardan kazanır; emek vermediği, hak etmediği şeye göz dikmez; parasını gösteriş malzemesi yapmaz, başkalarını kıskandırmaz, hayır ve infak yolunda kullanır. Bir zamanlar renkli elbise giyilmesine karşı çıkan yedi kat takva sahibi kadınlar, şimdi bakan eşleri olarak günde birkaç kez kıyafet değiştiriyor, kameralar önünde eşlerine pastalar yediriyor, İslam`ın usul ve adabına aykırı şımarıkça hareketler sergiliyorlar. Bu Müslümanların edebi, örfü, kültürü değildir.
Bazıları da şarabın tadını bilmeseler bile şarap koleksiyonları yaptıklarını söylüyor, "eşimin başı örtülü olsa da olur olmasa da olur" diyor; "Başörtüsü diye genel bir sorun yok, bağırıp çağıranların sayısı yüzde 1,5`uğu geçmez" demekten haya etmiyorlar. Peki, bütün bunların manevi bir karşılığı olmayacak mıydı? Allah`ın sillesi gelmeyecek miydi?
5) Bir başka önemli nokta, AK Partililer`in "Milli Görüş gömleğini çıkardık, değiştik" derken, Müslümanların 150 senedir mücadelesini verdikleri bütün toplumsal, kültürel ve siyasi davalarını, öne çıkardıkları sorunları reddetmeleri; din ile hayatın arasını açmaları; geç kalmış laikçilerin dilini kullanıp dinin ekonomiyle, parayla, bölge siyasetiyle, kamusal hayatla ilişkisinin olamayacağını söylemeleri ve "Beyler siz ne diyorsunuz" diye soranlara "radikalizm" yaftasını yapıştırmalarıdır.
Asla affedilmemesi gereken şu ki, bu profesyonel siyasetçilerin siyasete "Müslüman veya İslamcı" başlayıp, iktidara gelme noktasına yaklaştıklarında sayısız insanın emeği, mü`minlerin acısı ve gayretiyle oluşmuş bu mirası reddedip İslamcılığı küçümsemeleridir. Kasımpaşa`da 50 yıllık Kur`an kursunu yıktırmak, İzmit`te başörtüsü eylemi yapan ve canı yanmış kızları coplatmak bu çerçevede, yani "İslamcılık`tan ne kadar uzaklaşıldığı" yönünde verilen mesajlardı. Bu açıkça İslamcılığın, başka bir ifadeyle Müslümanlığın, yani "dinin siyasette istismarı"dır.
Bir de "dinsel milliyetçilik" üzerinden Müslümanların evrensel inanç kardeşliği ve birliklerinin ismi olan ümmet fikri ve idealinin seçim meydanlarında yuhlatılması konusu var ki, Allah kısmet ederse bu dizinin bitiminden sonra bu konuyu özel olarak ele almaya çalışacağım. Çünkü eğer Müslüman kimliğiyle önde olan insanlar "din ile siyaseti, din ile ekonomi"yi birbirinden ayırıp, Müslümanların evrensel birliği inancı olan ümmet fikrini yuhalatırsa ve buna biz Müslümanlar ses çıkarmayacak olursak, Allah bizim ve ülkemizin üzerindeki korumasını kaldırır, her türlü azaba müstahak oluruz.
Türkiye için merkez sağ veya merkez sol denen siyasetin önemi yoktur. Derin sorunlarla boğuşmakta olan toplum, kendi hayatında, tarihinde ve kolektif hafızasında herhangi bir anlamlı karşılığı olmayan sağ ve sol ideolojilerle vakit tüketmekte, sorunlarının çözümünü sahte adreslerde aramaya sevkedilmektedir. Bu, bilinci uyuşturma ameliyesidir ve siyaseten sonucu daima, bu ülkede iktidar seçkinlerinin kazanç hanesine yazılmaktadır. En azından siyaset bilimi ve sosyal bilimler açısından bakıldığında bile, sınıflı olmayan bir toplumda sağ ve sol siyasetlerin ya da sosyalizm ve liberalizmin karşılığının olabileceğini düşünmek bir aydın fantezisi olabilir ancak. Bu hiçbir zaman sosyalizm veya liberalizm düşünce çerçevesinde faaliyet gösteren aydın ve akademisyenlerin entelektüel çabalarını küçümsemek anlamına gelmiyor. Hayır, böyle bir şey hadbilmezlik olur. Nitekim Türkiye`de her iki düşünce alanında çok değerli çabalar gösteren gruplar vardır; mesela sol ve sosyalizm ideallerine bağlı kalarak çaba gösteren Birikim Dergisi çevresi insanları ile Liberal Düşünce Topluluğu çevresi insanlarının entelektüel çabalarını, samimiyetlerini ve mücadelelerini kimse inkar edemez. Benim burada değinmeye çalıştığım husus, her siyasi düşünce ve örgütlenme biçiminin varolan herhangi bir toplumsal gerçekliğe dayanması gerektiği konusudur. Türkiye`de sorun siyaseti kimin yapacağı sorusunun cevabında gizlenmiş olarak bulunmaktadır.
Müslüman toplumlarda "Merkez" devlet demektir; toplum adına siyaset yapmak isteyen herkesin ilk yapması gereken çevrenin temsilini üstlenmesi, halkın çıkar ve beklentilerinin yanında yer almasıdır. MNP`den SP`ye kadar Milli Görüş partilerinin çok hatası olmuştur, ama temsil ettikleri kitlelerin ve genel olarak bütün Türkiye`nin ifadesini Müslümanlıkta, İslamcılıkta bulan siyasetlerden başka çıkış yolu yoktur. Bunu açıkça ifade etsinler etmesinler, partiler için gerçeklik budur. Erbakan`ı öne çıkaran "Adil düzen"in, Ecevit`e iktidar yolunu açan "Hakça düzen"în referansı İslam dininin Hak ve Adalet idealleridir.
Aksini iddia etseler bile, AK Parti`yi iktidar yapan Milli Görüş geleneği ve misyonudur. Bu misyonu reddedenler merkezin, yani iktidar seçkinlerinin tuzağına düşerler. AK Parti, AP/DYP ve ANAP`ın tecrübelerini tekrar edip Merkez`le entegre olma çabasına girmiş bulunuyor. Bu çerçevede AK Parti, kendi asli kimliğini inkar ediyor, ona kimliğini hatırlatan her renk ve çizgiden kaçıyor, ama yine de seçim meydanlarında ima yoluyla veya beden diliyle bu mirasın devamcısı olduğunu anlatmaya çalışarak destek talep ediyor. Merkezin ve 150 senedir dindar insanların temel hak ve özgürlüklerine karşı mücadele veren azimli çevrelerin telkinine kapılıp 230 Milli Görüş kökenli milletvekilinden 210 tanesini tasfiye etmek, üstelik bunun Genelkurmay Başkanı ile Dolmabahçe Sarayı`nda yapılan görüşmeden sonra karar verildiği yolunda iddialara ses çıkarmamak üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Bunun acı sonuçları süreç içinde görülecektir.
Yukarıda anlattıklarımızın tümüne ses çıkarmayan, fakat aday gösterilmeyince feryad eden Milli Görüşçü milletvekillerine de bir çift sözümüz olmalı. Bu olayda İncil`deki söz hükmünü icra etmiştir: "Kılıç kullanan, kılıçla karşılık görür." Bir "proje" içinde yer alırken hiç sesiniz çıkmadı, 4,5 sene liderinize ve önünüze konan her karar ve icraata itaat ederek onay verdiniz, eğer ilkelerinize bağlı kalıp liderinizi ve partinizi ahlaki bir denetime tabi tutabilseydiniz bu kadar kolay harcanmazdınız.
Bugün AK Parti`yi eleştirmek elde ateş tutmaya benzer. Bunun maliyeti var. Bir kere AK Parti, İslami kesimden yapılan hiçbir eleştiriye müsamahakar bakmıyor. Bunu açıkça ve fiilen gösteriyor. Küçük bir çevrenin manipülasyonlarına dayalı dolaşımın dışına çıkmıyor. Milli Görüş partilerinde verilmiş kararların teyidi için müşavere yapılırdı, AK Parti`de "küçücük bir insan grubu"nun ördüğü çemberin dışına çıkılmaması için sureta müşaverelere bile başvurulmadı. "Eleştiri" kendini dış dünyaya kapatan örgütün haricinden bir tür "müşavere"dir, eleştiriye karşı çıkan en temel bir ilkeye, yani müşavereye de karşı çıkmış olur. Bu durumda eleştiri, müşavere yanında "meşru muhalefet" anlamını da taşır ve her Müslüman entelektüel bunu yapmalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.) "Müşavere eden pişman olmaz" buyurmuştur. Eğer hakkını vererek müşavere etselerdi, duyargalarını herkese, özellikle onları eleştirenlere açsalardı, 27 Nisan muhtırasına maruz kalmaz, böylesine derin bir krize girmezlerdi. Kim ne derse desin, söz konusu krizin ortaya çıkmasında, cumhurbaşkanının seçilmemesinde AK Parti kurmaylarının büyük sorumluluğu vardır, elbette antidemokratik bir sürecin mağdurudurlar ve siyasetten, demokrasiden yana olan her namuslu kişi -onlara muhalif olsun olmasın-, bu süreçte AK Parti`nin yanında, yani "siyasetin ve demokrasi"nin yanında yer almak zorundadır, ancak "mağdur rolü" oynamak sorumluluğu ortadan kaldırmaz.
AK Parti`yi eleştirmenin zorluğu ve getirdiği yüksek maliyet yanında `taktik açıdan başka bir zorluğu" var. Soru şu: 2002`den bu yana iktidar olan AK Parti`yi hangi perspektiften bakarak ve hangi kavramsal çerçeveden hareketle eleştireceksiniz? İslami bir perspektiften baktığınız zaman, AK Partililer, hemen kendilerini `dışarı` çıkarıp
"-Canım, Parti sözcüleri, zaten İslamiyet`i referans almadıklarını, dine dayalı bir siyaset yapmayı reddettiklerini söylüyorlar. Diğer partiler gibi herhangi bir partidir, sizin bu konuda gösterdiğiniz İslami hassasiyetin bir anlamı yoktur" demeye başlarlar.
"-Tamam, o zaman DYP`yi, MHP`yi veya ANAP`ı eleştirdiğimiz gibi AK Parti`yi de sıradan bir sağcı-muhafazakar parti olarak eleştirelim" dediğinizde de, bu sefer taktiği değiştirip
"-Kardeşim, haklısın, bütün bunlar doğru, ama biraz insaf etmek lazım, bu adamlar diğerleri gibi mi? Müslüman, dindar insanlar, nasıl onları diğer sağcı politikacılarla aynı kefeye koyarsın?" demeye başlarlar.
Hayır, bu bir "savunma ve eleştirileri savuşturma taktiği"dir. Bunun ne İslamiyet`te, ne demokratik siyasette yeri vardır. Eğer AK Parti İslamiyet`i diğer laik partiler gibi referans almıyorsa -ki radikal değişim geçirdiklerini söyleyen liderlerinin beyanı bu yöndedir- o zaman diğer partileri eleştirdiğimiz gibi bizim bunları eleştirme hakkımız vardır; yok eğer Müslüman/dindar kimliklerini hala önemsiyorlarsa, yine bizim İslami kaygılarla onları eleştiri hakkımız vardır. Burada AK Partililer`in bu taktiği bir kenara bırakıp sahiden `ne oldukları`na artık karar vermeleri gerekir.
AK Partililer, laik kesim gazetecileri önünde yerlere kadar eğilirken, "Vay Tayyip vay!" manşetini atanları baş tacı edip, küfür ve hakaretlerine eyvallah derken; bizim camiadan, Müslümanlardan en ufak eleştiri yapanları işlerinden ettiler, çoluk çocuklarının ekmekleriyle oynamaktan çekinmediler, gazete yönetimlerine ve patronlarına emirler yağdırarak, direktifler vererek bu güzel insanları kapı önüne koydular. Ayette tavsiye edilenin tam aksi neyse, onu yapıyorlar: Başkalarına son derece yumuşak ve demokrat olan AK Partililer, kendi mahallelerinden olanlara karşı olabildiğince acımasız, sert, hoşgörüsüz ve despotça davranıyorlar. AK Parti iktidarında fikri şahsiyetini muhafaza ettiği veya yalakalık yapmayı kendine yakıştırmadığı için işinden olan gazeteci, entelektüel ve yazarları hepimiz biliyoruz.
Bu ülkenin halkı, bu halkın tabii liderleri, kanaat önderleri, yazarları, hocaları hancı; siyasiler yolcudur. Aynı hataların tekrar edilmemesi ve bundan sonrasının selameti için herkes sorumluluğunun bilincinde olmalı, fikir ve görüşlerini, eleştirilerini açıkça dile getirmelidir; bunları da husumet besleyerek ve bir şeyler bekleyerek değil, Allah rızası ve halkın çıkarı için yapmalı. Eleştirirken, AK Parti veya başkasının hak ve hukukunu korumalı, kişi ve örgüt itibarını zedelememeli, ama Müslüman feraseti, dirayeti ve cesaretiyle de açık ve net konuşmalıdır. Müslüman yazar ve entelektüeller, ilim adamları ve hocalar bu toplumun vicdanı, yol gösteren aklı olmak gibi görevleri vardır. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan" durumuna düşmemek için bu gereklidir. Hatayı ve haksızlığı "bizden birileri"nin yapmış olması bizim haksızlığı ve hatayı örtbas etmemizin mazereti ve gerekçesi olamaz, aksi halde Allah bizden yardımını çeker.
Dünya Bülteni
5.7.2007