Edward Said, entelektüelin en önemli özelliklerinden birinin sekülerlik olduğunu söyler. Çünkü ona göre, bir entelektüel için tapılacak ve yanılmaz kılavuzluğuna güvenilecek her hangi bir Tanrı’dan söz etmek mümkün değildir. Belki de entelektüeli sürgün ve marjinal kılan, güç ve iktidara karşı hakikatin sözcüsü yapan onun hiç bir tanrıya eğilmeyişidir. Entelektüelin her hangi bir kategoriye direnmesi gerektiğini ileri süren Said, gözüken o ki, sekülerliği ve profan dünyayı evrensel olarak algılamaktadır. Batı’nın maske düşürücü ve şifre çözücüsü, gerçekte maskesini indirdiği insan modelinin savunucusu durumundadır. Çünkü bu dünya görüşünde, insan beden ve bu dünyadan ibarettir. Her ne kadar, o sekülerliği evrensellik olarak düşünse de, insan bir noktadan sonra seküler ve profan olanı ilahlaştırma eğiliminde olacaktır. Kalvin’in dediği gibi, insan zihni put üreten bir fabrikadır. Dolayısıyla da, bu durumda, o yeni ürettiği putunun lehine çalışacaktır. Bu meselenin bir yönüyken, Said’in hiçbir tanrıyı kabul etmeyişinin altında yaşantısının önemi inkâr edilemez. Oryantalizmin köklerini açığa çıkaran ve Ortadoğu’da ezilmişliğin bütün çeşitlerini yaşan maske düşürücünün yaşam öyküsü elbette çok önemli.
Her şeyden önce bahtsız ve mutsuz bir çocukluk geçiren Said’in babası tarafından hiç onaylanmayan ve fiziki yapısından, davranışlarına ve konuşmasına kadar onaysız ve ideal Batı ile hep kıyaslanan ve onlardan aşağı olduğu hissettirilen bir çocukluk dönemi var. Annesi’nin de zaten onu sevgiyle teskin edemediğini biyografisinde veriyor. Parlak zekâsıyla bu eksikliği kapatmayı kafasına koyan Said, entelektüeller için verimli eserler kaleme alıyor. Ancak babasıyla kavgalı olan Said’in yıkması gereken ikinci otorite Batı’dır. Bunu da onun oryantalizm maskesini düşürerek gerçekleştiriyor. Kısacası bir eleştiri ve yıkım ustasının Tanrı dahil hiç bir otoriteye boyun eğmesi düşünülemez. Gerçekte entelektüeli eleştirel kılan, onun iç huzursuzluğu ve hayata dokunamamasıdır. Uzaktır yaşma entelektüel. Bu bir bakıma, onun kendine ne kadar uzak olduğu anlamına gelir. Said’i kendine yaklaştırmak ve kendiyle buluşturmak için Havva’nın köprülüğü kafi olmayacaktır. Uçurum oldukça derin. Hatta kendisinin bir türlü beğenmediği çarpık bedenini, kadın ne kadar onaylasa da ona inanmayacak kadar, kendini bilmektedir. Doğrusu buradaki bilme şüphenin pençesindeki huzursuzluktur. Kendini beğenmeyen ve onaylamayan Tanrı’yı nasıl onaylayabilir ki! Dolayısıyla o, adından söz ettirdikçe var olacaktır. Onun yegane nefesi budur.
Sözünü ettiğimiz adından bahsettirici nefesin Cemil Meriç’in hayatında da ne kadar önemli olduğunu görürüz. O, sürekli aramaktadır. Elbet bu arayışın dışa vurumunu günümüz entelektüel eser olarak okusa da, esasında o ruhundaki büyük kaosun uçlarını bulmaya çalışmaktadır. Onun için gözleri görmezken de aramaya mecburdur! Hatta gözlerinin görmeyişi de ruhundaki bir durumunun sanki sembolik tezahürü. Kendi onaylaması cılız olduğundan Fevziye’nin anaçlığı mesafeyi aralamıştır. Bu boşluğu başka adreslerle doldurmak istemesi oldukça anlamlıdır. Hendek o kadar büyük ki, Lamina’dan evine dönerken gurbete gider olmuştur. Neresi hasret, neresi sıla o da çok bilmemektedir. Güvenli liman gurbet, fırtınalı deniz sıla olmuştur onun ruhunda. Laima’ya seni ben yarattım, tanrı başladı ben tamamladım diyerek, kendinin tanrısal koşutluğunu böylece ilan etmiştir. Hatta bu tablo, R. D. Laing’in bölünmüş benlik dediği durumun tecessüm etmiş halini anımsatmaktadır. Ümitsizlik anaforunda var olma mücadelesi şüphesiz kolay olmasa gerek. Kısacası Said’in Batı’nın maskesini düşürme işini üstlenmesi gibi, Meriç de Modernleşen Türkiye aydınının kapıkulu oluşunu ilan etme işini üstlenmesi şaşırtıcı değildir. Her ikisi de ortak bir hikâyeyi paylaşan entelektüeller değil de nedir?
Entelektüel ve aydın arasındaki fakı belirgin kılan hususlardan biri, belki de en önemlisi, entelektüelin kendiyle kavgalı oluşudur. Daha önceki yazımızda, M. İkbal’in bir düşüncesini aktarmıştık. Kamil bir ben teşekkülünde, insanın kendini bilmesinin ve onaylamasının önemine, sonra diğer insanların tasdik etmelerinin gereğine ve nihayetinde Tanrı huzurunda onaylanmanın lüzumuna işaret etmiştik. Çocukluk dönemindeki travmatik bazı yaşam kesitleri bakımından entelektüel ve aydın ortak kaderi paylaşsa da, aydın aşkta, aşkın yaşantıda yeniden doğma gücünü kendinde bularak adeta ruhundaki boşluklar bu yaşantılarla ve onaylarla dolar. Oysa entelektüelin isyankâr ruhu, bu iyileştiricilerin hiç birini kabul etmeyecek kadar reddedicidir. Aşk, aydında narsizmi törpüleyici bir bileği işini üstlenirken, entelektüelin narsizmini daha da şişirici bir balon fonksiyonuna sahiptir. Kozayı dışarıya doğru ya da içe yönelik olarak ören entelektüelin narsist ya da şizoid kişiliği asla değişmez. Ancak aydın kendini bilme serüveninde, hayatın yavaş yavaş doğmak olduğunu fark eder. Bazen kendi, bazen diğer kişi bazen de Tanrı ebelik eder. O, kendini fark etme ve insan şifresini çözme peşine düşmüştür. Fakat entelektüel, kendi kendini gözlemleyici ve kendinden olabildiğince kaçma yeteneğine sahip bir şövalyedir.
Kutsalın huzurunda olma, aydını hakikatin sözcüsü kılar. Burada bir ara cümle ile kutsal ve dinden kastımızın, şekilin ötesine geçip özü kavrayan, bir bakıma Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal gibi, gönül erlerinin yolu olduğunu ifade etmeliyiz. Bunlar, hakiki anlamda insan olmanın bahtiyarlığını yakalayan ve bunun yolunun da kutsalla barışık olmaktan geçeceğini fark eden gerçek din önderleridir. Kutsalın huzuruna çıkış, kendini tanıma ve kendini onaylama ve onaylatma için bulunmaz kaftandır. Ancak kutsalın huzuruna çıkma tam olarak bir silkelenmeyi de icap ettirir. Bu bağlamda Sokrates’in yalınayak yürüdüğünü hatırlarsak, her ne kadar geleneksel öğreti ve değerlere karşı hürmetsiz olarak resmedilse de, Kutsalın huzurunda yalınayak yürümesi, doğrusu onun Kutsal’ın karşısında olmanın farkındalığını ima eder. Aynı şekilde ‘Musa’nın da Sina Dağı’nda kutsalın huzuruna çıkmazdan önce ya da kutsal yerlere adım atmadan evvel ayakkabısını çıkarması’ hem sıradan zamanın askıya alınacağının hem de varoluşsal bir farkındalık ve dönüşüm yaşayacağının bir sembolüdür. Yine Kabe’de yalın ayak huzura duruş da Musa’nın durumuna göndermede bulunur. Dahası ‘Isaiah da, vahyi almadan önce varlığındaki eksikliklere son vermek ve kemâle ermek için yakıcı bir kömüre dokunması’ gerekmişti. İşte âdeta kutsalla buluşmak için yakıcı kömürle zaaflarını ve noksanlıklarını kül etmek isteyen aydın, hakikatle randevusuna sadık kalır ve hakikatin de sözcülüğünü yılmadan yerine getirir.
Peki, aydın ile kutsal arasında niçin böyle yakın bir bağ kurduk? Sadece Haç’taki İsa değil, onun yanında zincire vurulmuş Promethus, çöldeki Muhammed, Buddha’nın derin düşünceleri, dinî tefekkürün derin tabakalarına ulaştıktan sonra kendilerini Tanrı tarafından terk edilmiş hissederler. Bu noktada biçimden bütünüyle öze geçiş gerçekleşince, kendilerindeki Tanrı’yı bulmuş olurlar. Onlar kutsal tecrübesini derinden yaşayan kişilerdir. Bu tecrübe esnasında insan, hem kendi yaşam tecrübesini aşar hem de bu tecrübeye yeni kazanımlar katar. Ruhu tam bir vizyon kazanmıştır. Bu farkındalığı onlara, ‘muazzam bir güç ve mutlak bir yetkenin önünde hem emniyet hem de hiçlik duygusunun ele geçirmişliği” diyebileceğimiz kutsal tecrübesi temin eder. İşte aydın, dinin şekil boyutunun ötesine uzanıp, temel dinamiği kavrar. Kainata baktıkça, ruhunda yeni kımıldamalar, ruhuna eğildikçe yeni görüler kazanır. İşte bu vizyondur ki, onu aydın kılar. Belki de Mehmet Akif Ersoy’a İstiklal Marşı’mızı yazdıran bu vizyondur. Onun için eskiler, münevver kişiye ayrı bir önem vermişlerdir.
Tekrar Said’in sekülerlik kıstasına dönersek, Adem de Havva’dan vazgeçmeyerek bu dünyaya, cisme inmemiş midir? Bu anlam da o da, seküler değil midir? Ancak kutsalın önünde sekülerliği onaylan bir tavır için de Adem. Çünkü Havva’yı sevdikçe kendini onaylamıştır. Kendini onayladıkça içindeki sonsuzluğu yeniden yakalamıştır. Bu durum karşısında da melek secde etmiştir ona. Oysa şeytan buna karşı çıkmıştır. İşte entelektüel ile aydın arasındaki nirengi noktalardan biri burasıdır. Entelektüel, ne türden olursa olsun secde etmeyi kabul edemez. Adem’in mirasçısı olan aydın, aydınlandıkça secde eder, secde ettikçe aydınlanır. Ancak sadece tek hâkime boyun eğdiği için, ondan eğilmesini bekleyen ve menfaat sunan diğer güçler karşısında teyakkuz halindedir ve dimdik ayaktadır. Güneşe ‘evet’ demesi sayesinde inşa ve tezyin işini rahatlıkla yürütür aydın. Oysa entelektüel kimseden ışık almaya yanaşmaz. Var yok kendinden alacaktır, onu. Ne var ki insan, aynasız kendini göremez. Bunun için de entelektüel, kurucu değil, yıkıcıdır. Onun yegane tutunağı ‘hayır’dır. ‘Evet’e bunun tabiatı izin vermez. Geçmişi, öyküsü isyan eder. O var yok, içindeki savaşın tezahürü olarak bir maske daha düşürmelidir.
Bu maske düşürme gücünün temel dinamiği entelektüelin içindeki kaostur. Hatta bu durumu, entelektüele aşık olan bir sevgili de kolaylıkla fark etmektedir: E. Said Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanındaki kahramanın entelektüel duruşunu sevgilisinin nasıl duyumsadığını şu şekilde tasvir eder: “Bazarov, Sergeyevna’ya âşık olduğunda o da Bazarov’a yakınlaşır ama ürker de. Onun engel tanımayan, coşkulu anarşik entelektüel enerjisi Sergeyevna’ya kaosu çağrıştırır. “Onunla olmak, bir yerde, bir uçurumun kenarında yaşanan baş dönmesi hissini verir insana.” İşte entelektüele de marjinalliği ve ayrıksılığı veren kendindeki kaostur. Ancak bu, entelektüele bir özgürlük ve bir keşif sürecini de bahşeder.
Bu kaos, J. Joyce’a ‘Hoş geldin, ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmaya ve ruhumun nalbant dükkânında, soyumun yaratılmamış vicdanını döverek oluşturmaya” dedirtir. Ancak sözünü ettiği döverek yeniden kurma işini gerçekten entelektüel mi başarır bilinmez! Bunu yapabilme cesareti ve gücü gerçekte bize entelektüelin tanımını verir. Yine Joyce’a kulak verecek olursak: "ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı anlatayım sana" ister evim, ister yurdum ister kilisem olsun inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim. Kendimi olabildiğince özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da bir sanat tarzı bulmaya çalışacağım. Kendimi savunmak için de kullanabileceğim silahları kullanacağım: sessizlik, sürgün ve şeytanlık. Bütün bu paravanları entelektüel, şunun için kullanır: “Her şeyden önce rutin ve çizilmiş yolların dışına çıkma ve de asli yapıtaşlarını “idare etme” gibi bir tek düzeliğe göz yummamadır. Entelektüel için sürgün olmak “otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. Sürgünsoylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, yerinde saymayı değil.”
Entelektüeli bu paravanlar korurken, sessizlik ve sürgün aydını da muhafaza eder ancak şeytanlık onun ruhuna aykırıdır. Bu nokta entelektüelin akılla, aydının ruhla görme farkını ortaya koyar. Descartes’le birlikte insanı, ruh ve beden olarak ayıran modern düşünce, ruhu akıla transfer etmiştir. Yani entelektüelin ayırıcı vasfı zekâ ve akıl bakımından yüksek olmasıdır. Oysa aydın için ruh, ruh olma özelliğini muhafaza eder. Onun vizyonunu sağlayan sadece akıl değil ruhtur. Onun görüsü akılı iptal etmeyen, ruh sayesindedir. Entelektüeli eleştirici kılan sadece akıl üzerinden yol alışıdır. Etimolojik tahlil de (intellect) bizi aynı adrese bırakır. Oysa münevver için akılla birlikte gönül de elzemdir. O, bir tür yalınkatlığa mahkûmdur. Tek gözle görmektedir. S. Zizek entelektüeli yamuk bakabilme yeteneğine sahip oluşuyla onurlandırırken, gerçekte onun doğasının hayata asimetriktir olduğunu da pekâla söyleyebiliriz.
[email protected]
Kaynakça:
-Edward W. Said, Entelektüel: Sürgün Marjinal Yabancı, Ayrıntı yayınları, 2004.
-Edward Said, Yersiz Yurtsuz, İletişim Yayınları, 2003.
-James Joyce, A Portrait Of The Artist As A Young Man, Penguin Popular Classics 1996.
-Jülien Benda, The Betrayal of the Intellectuals: (La Trahison Des Clercs), The Beacon Press Boston, 1955.
-Cemil Meriç, Jurnal I-II, İletişim Yayınları, 1992.
-M. Beyazyüz&E. Göka, ‘Kronolojik Bir Biyografi Yerine Psikobiyografi (“Kronoloji Aptalların Tarhi”…Cemil Meriç)’, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı 22, 2006.
Kaynak: www.haber10.com
|