[1]
Miladi 21. yüzyıl (Hicri 15. yüzyıl) Müslüman toplumların geçirmekte olduğu büyük bir geçiş dönemini teşkil etmektedir. Bunu yeni bir fetret dönemi olarak da adlandırabilirsiniz. 17. yüzyıldan beri Batı'dan gelen her rüzgarın önünde bir o yana, bir bu yana savrulan İslam ümmeti, bugün batıdan gelen ve tüm dünyayı sarıp sarmalayan farklı bir dalga ile karşı karşıya. Bu dalga, modernizme tepki olarak ortayı çıktığı belirtilen post-modernizmin içinde barındırdığı neo-nihilizim tehlikesidir. Halihazırda yeryüzündeki bütün topluluklara şöyle bir göz attığınızda, bu rüzgarın hakikaten her şeyi kuşattığını çok bariz bir şekilde mülahaza edebilirsiniz. Mutasyona uğramış halklar, melezleşmiş kültürler, yok olan değerler, yeni katıksız bireyselcilik, bunalım, keşmekeş, belirsizlik, aykırılık, görecelik ve ideallerin “hebean mensura" oluşu. Önünü göremeyen dünya, ekonomik, siyasi ve fiili işgallerle birlikte kendini tamamen bir kaos ortamının içine atı vermiş. Aklı başında bazı filozoflar, post-modernizmin geçici bir dönemi oluşturacağını, asıl tehlikenin ise post-modernizmin son aşaması olduğunu belirttikleri neo-nihilizmdir.
Sadece Müslüman toplumlar değil hakikatte tüm dünya, bugün bu anlamsızlıklar, bunalım, kaos ve şizofrenik ortamdan kurtulmanın yollarını aramaktadır. Herhangi bir dine inananlar kendi kurtarıcılarını ararken, Batı da filozoflarından bir umut ışığı beklemektedir. Fakat heyhat… Ontolojik, epistemolojik ve axiolojik tartışmaları tamamen bir yana bırakıp insanlığın kurtuluşunu lisanda (Filoloji/Hermeneutik) arayan filozofların kendileri bile geldikleri son aşamayı hâlâ anlamakta güçlük çekmektedirler. Artık o kadim feylesoflarda gördüğümüz hikmet ve bilgeliği zamanımızın filozoflarında müşahede edemiyoruz. Onun için insanların hemen her yerde güzel şiir, sanat, felsefe, sevgi, huzur ve güvenin olmadığından yakınır olduğunu göreceksiniz. Filhakika bu artık doğal, neden mi; çünkü artık her şey sanal…
İşte tam bu noktadan hareketle tüm dünyanın gerçekte, İslam gibi insanın ontolojik, epistemolojik ve axiolojik sorunlarına basit, sade ve anlaşılır cevaplar veren bir dine ihtiyaç duyduğunu sezeceksiniz. Kavram kargaşasından, anlamsızlıktan, kaostan ve bunalımdan kurtuluşun reçetesi Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünnetinden o kadar sade ve anlaşılır bir üslup ile anlatılmış ki, alelade bir insan bile bunu çok rahatlıkla algılayabilir. Bu söylediklerimizi teyid için size gayri Müslim düşünürlerden bazı sözler aktaracağım;
“İslâm, kelimenin etimolojik ve tarihî en geniş anlamıyla makul bir dindir. Bu dinde Kur'ân ve Peygamber'in öğretileri, daima temel kalkış noktası olarak önceliğini korumuş ve tevhid akidesi, her zaman hiç bulanmaz bir berraklık, bir ululuk ve tam bir kanaat ve kararlılıkla ilân edilmiştir. Böylesine net, bütün teolojik karmaşıklıklardan uzak ve her insanın idrakine hitap edebilen bir akideden, insanların vicdanına her zaman kolaylıkla yol bulması beklenir ve nitekim bulmuştur da.” Edward Montet, La Propagande Chretienne et ses Adversaries Musulmans, Paris 1890.
“Bugün, milyonlarca insanın kalbine tartışmasız hükmeden bir Zât'ın en güzel olan hayatını bilmek istiyordum. Şimdi her zamankinden daha eminim ki, bugün de hayatta İslâm'a yer veren güç, asla kılıç değildir. İslâm, gücünü, sadeliğinden, Peygamber'in kendisini bütünüyle nefyetmesinden, verilen söze ve yapılan anlaşmalara mutlak bağlılıktan, Peygamber'in, arkadaşlarına ve takipçilerine olan vefasından, korkusuzluğundan, Allah'a mutlak tevekkülü ve misyonuna olan kesin itimadından almaktadır. Kılıç değil, bu unsurlardır ki, İslâm'ı her tarafa taşımış ve her engeli aşmıştır.” Mahatma Gandhi, Young India, 1924'te yayınlanan ifadesi.
“Fikirlerin filozofu, hatibi, elçisi, ortaya koyucusu, cenkçisi ve fâtihi; aklî inançların, tasvir, timsal ve heykelleri olmayan bir dinin ve 20 dünyevî ve bir mânevî devletin kurucusu Muhammed. İnsan büyüklüğünün tespitinde kullanılan bütün ölçüler içinde soruyoruz: O'ndan daha büyüğü var mıdır?” diye soran ünlü Fransız şairi Le Martine sözlerine şöyle devam eder, “Hiçbir kimse dünyada bu kadar büyük ve bu kadar devamlı bir inkılâp başaramamıştır. Eğer başarılan işin büyüklüğü, kullanılan vasıtanın küçüklüğü ve elde edilen neticenin genişliği insan dehasının üç ölçüsü ise modern tarihin hangi siyasi şahsiyeti Hz. Muhammed'e (sav) mukayese edilebilir? İnsanların büyüklüğünü hangi ölçü ile ölçerlerse ölçsünler dünyada hiçbir insan onun kadar olamaz, ona yetişemez, her bakımdan en büyük odur.”
Meşhur İngiliz düşünür ve yazar Bernard Shaw da yine şu sözleri ile bu gerçeği kabul eden yüzlerce karşı cephedekilerden sadece bir tanesi: “Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed'e (sav) beşer ne kadar muhtaçtır!” Fazilet odur ki O'nu düşman da itiraf eder.
İnsanlık bugün kaostan ve bunalımdan kurtulup barış ve huzuru elde etmek istiyorsa ise İslam'ın rehberliğine muhtaçtır.
Sözü fazla uzatmadan burada bırakıp gelecek yazımızda da makalemizin devamını oluşturacak olan İslam'da ilim ve hakikat anlayışıyla ile birlikte, neo-nihilizmi ontolojik açıdan çok epistemolojik ve axiolojik yönüyle ele almaya çalışacağız.
[2]
Batı dünyası, bildiğimiz eski aydınlanma dönemini temsil eden Batı değil artık. Modern Batı eskisine nazaran daha vahşi, barbar, şiddet yanlısı ve canavar. Bunun nedeni ise rotasını kaybetmişliğinden, aklını yitirmişliğinden ve ne yaptığının farkında olmayışından kaynaklanmaktadır. Vakit kaybetmeden bugünkü batıyı tanıyıp, hastalığına deva bulmalıyız. Çünkü bugünün şaşmış ve sağa sola saldıran Batı dünyası, herkese ve her şeye çok zarar vereceğe benziyor. Aydınlanma dönemi Batı dünyası “Tanrı”yı ve Postmodern Batı da “aklı” öldürdüğü için varlığının, teknolojisinin, işgallerinin ve yaşantısının sonunun nereye varacağını kestirememekte. Her yönüyle, Postmodern Batı bugün kendisini “Matrix” alemde hissetmekte.
Anlayacağınız, bayağılığın ve sathiliğin her şeyi kuşattığı bir evreden geçiyoruz. Artık, doğru yok, hakikat yok, gerçek yok, anlam yok, iyi yok, kötü yok, güzel yok, çirkin yok, özne yok. Peki, o halde ne var? Postmodernistler bunların yerine görecelik, imgeler, çoğulculuk, mutlak şüphe, çok kültürlülük ve eklektisizm kavramlarını yerleştirip, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasını Postmodern döneme geçiş evresi olarak adlandırmaktadırlar. Postmodernistler, dil cambazları oldukları için ve geçmişten beri süre gelen dil oyunlarının da farkında olduklarından kabul ettikleri kavramların içini yine kendileri dolduruyorlar. Örneğin, postmodernistler “çok kültürlülük” ve “pluralizm”i öne sürerek aslında bildiğimiz manada değil de farklı anlamlarda kullanıp kafa karıştırmaya çalışırlar.
Postmodernist guru Jean-François Lyotard, Postmodern insanı, “Bir kimsenin reggae dinlemesi, bir kovboy filmi izlemesi, öğle yemeğini McDonalds'tan, akşam yemeğini yerel mutfağından yemesi, Tokyo'da bir Paris parfümü sürmesi ve Hong-Kong'da geleneksel giysiler giymesi” olarak tanımlar. Peki, gerçekten çok kültürlülük bu mudur? Bizim aynı şehirde Çin, Türk, Hint ve Küba yemekleri yiyebiliyor olmamız çok kültürlü bir toplumda yaşıyor olduğumuz anlamına gelir mi? Halbuki gerçek “çok kültürlülük”, eşit iktidar ve fırsat paylaşımına dayanır. Anlaşılan, bu düşünce akımı tüm kültür ve gelenekleri tek bir alana indirgeyerek, gittiği her yerde baskıcı ve adaletsiz ekonomik-kültürel yapı ve yönetimler bırakacak.
Postmodern Dünyanın Öznesi Var Mı?
Batı kendi Ortaçağ'ından kurtulup tanrı anlayışının yerine insan aklını veya özne olarak insanı dünyanın merkezine koymasıyla yeni bir merhaleye girmiştir. Aydınlanma ve modernite dönemlerinde Avrupa'da özne/merkez insan iken, postmodernist çağda özne/merkez sözkonusu değildir. Merkezsiz (ya da çok-merkezli) bir düşünce sistemi vardır. Çünkü onlara göre, klasik Batı düşüncesi ikili karşıtlıklar/dualizm üzerine kuruludur: Özne-nesne, özgürlük-zorunluluk, Batı-Doğu, kadın-erkek vb.. Bu ikiliklerle daha başkaları tam karşıtlıklar olarak kurulmuş, seçilen konuma göre biri merkez seçilirken, karşısındaki “öteki” sayılmıştır. Postmodernizm de ise bu çiftler karşıtlık olmaktan çıkarılmış, bunların birbirlerini dışlamadan yan yana varolabilecekleri öngörülmüştür.
Modernizme göre insan aklı, çok iyi bir biçimde donatıldığında her şeyi çözebilir, her istenileni yapabilirdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Batı bu kez yeni döneme girdiğini algıladı. Böylece, aydınlanmacı keşif yolculuğu kayaya oturmuş oluyordu. Batı aklının eski büyük anlatısı, çözülmüş veya sır perdesi aralanmış bir entrika olmaksızın, ve şu veya bu düzeyde aptalca ve saptırıcı olduğu ortaya çıkmış kendi yolunda ona yardımcı olmuş merkezi karakterleriyle birlikte, bir tür kapanışı tecrübe etmişti. Keza, yeni dönemi kendisinin bile hâlâ anlamlandıramadığı postmodernizm ile tarif etti. Anlamlandıramaması gayet doğal çünkü kendisi her şeyi anlamsızlaştırıyor ve manasızlaştırıyor.
İsim-Müsemma Meselesi
Postmodernizm ile birlikte Yahudi asılı Fransız Filozof Jacques Derrida'nın "deconstruction" kavramını iyi bir şeklide mütalâ ettiğinizde kendinizi isim/müsemma tartışmasının içinde bulursunuz. Bu da sizi dil tartışmalarının içine sürükler. İnsanlar arası diyalogun ve iletişimin cevheri olan dil, insanlığın ortak karakteridir. Karakter karşılıklı güveninin işaretidir. Böylece karşılıklı konuşmalarda kastedilen manaların anlaşılması daha kolaylaşır. Karakter, kişi ile konu, düşünce ile hakikat, isim ile müsemma arasında bir bağdır. Postmodernistler, isimden önce müsemma'ya yani mananın varlığına işaret eden bu tür ilişkileri kabul etmeyi varsayım/faraziye olarak görmektedirler. İnsanlığın ortak değerlerinin daima değişken, nisbi ve hareket halinde olduğunu söylerler. Onlara göre sabiteler yoktur. İşte bundan dolayı bütün çabalarını “isim ile müsemma” arasında aslıda bir ilişkinin olmadığını ispat yönünde harcarlar. Örneğin biri eğer "kedi" diyorsa, bu kelimenin onlara göre, küçük, dört ayağı üzerine koşan ve bu isimle meşhur hayvanla bir alakası yoktur. Bugün Batıda doktora tezleri genelde kavramlar ve kelimeler üzerine yapılmaktadır. Mesela, tabiat, sanat ve lezzet gibi.. Bu kelimelerin geçmişten bugüne geçirdikleri değişimler ele alınarak postmodernistlerin ne kadar haklı oldukları ispatlanmaya çalışılıyor.
Şimdi buradan hareketle, Postmodern Batı'nın neden "terörü" tanımlayamadığını ya da neden "işgal", "işkence" vb. kavramları insanlığın yararına işler olarak yorumladıklarını rahatlıkla anlayabilirsiniz. Aslında hâlâ tam manasıyla tanımlanmasa bile Postmodernistlerin kitaplarına baktığınızda özne olarak “dil”i kısmi olarak kabul ettiklerini görürsünüz. Çünkü onlara göre dünyada hiçbir şey “dil”i aşamaz. Posmodernist söylemde, sistemler temelde insan kontrolünden bağımsız, dünyanın yalnızca bize ait olduğu varsayımıyla yola çıkan tasarımlardır.
Yirminci yüzyıl ideologları, hem Batıda hem de İslâm dünyası ve başka yerlerdeki diasporalarında, temel olarak Varlık'tan uzaklaşıp insan konusuna yaklaşan bilgi tanımlarına yönelmişlerdi. Ancak postmodern olarak isimlendirdikleri bu çağda dili her şeyin merkezine koyma eğilimindeler. Postmodernistler tüm alternatifleri eşit derece geçerli görür ve eklerler: “Hermenötik gerçek, nesnel gerçeğin yerini alacaktır.” Anlattıklarına göre, insan aklı asla tarafsız olamaz, kaçınılamaz bir şekilde cinsiyetle alâkalı, etno-sentrik ve de zamanla kayıtlıdır. Lytord'ın “Postmodernite, modernitenin önünde yürür” şeklindeki beyanı ise, Aydınlanma rasyonalizminin karanlığa gömüldüğüne işaret etmektedir: gerçekliğe dair doğrusal ve söylemsel kuruntular, basitçe tercihe bağlıdır, onlar temelsiz birer safsatadır. Buna karşın, ilk insanın sezgisi doğru kabul edilerek övülür, zira onun kesinlikle öznel olduğu düşünülür. Bu noktada, varlıklarını aşikâr biçimde ortaya koyan teoloji ve ahlâkın icaplarından vazgeçerek 'akıldan firar etmiş' olan aydınlanma-sonrası epistemolojinin çöktüğünü söyleyebiliriz.
Bu Dünyada Her Şey Gider!
Postmodern Batıda her şey gider “Every thing goes”. Bundan dolayı önüne gelen her şeyi yutuyor ya da emip içini boşaltıyor. Kavramların, dini değerlerin içi boşaltılıp pazara sunuluyor. Böylece, postmodernizm beyine harddisk muamelesi yapmakta. Yani, hakikat yok, gerçek yok, piyasada ne varsa al. İşte böylece “popülist kültür” ya da “tüketim kültürü”nün önü açılmış oluyor. Richard Rorty'nin deyimiyle 'başka bütün kültürleri yutan bir tür doymaz canavar' postmodernizm. Artık insanlar huzuru bunlarda buluyor. Çünkü okumak, anlamak ve yaşamak istemiyorlar. Kendi sonlarını, hayatın sonunu düşünmek yerine “Matrix”vari bir dünya ile avutuyorlar kendilerini. Artık insanlar her türlü bilgiye “google.com” veya “altavista.com”un sunmuş olduğu bilgi nazarıyla bakıp, ondan şüphe ediyor. Sonuç olarak dünya, zaman bir yana, biz ve bizi ilgilendiren her şeyin değiştiği zehabıyla hareket edip, kendimizi avutuyor ve gerçekleri görmemek, duymamak ve anlatmamak için yeni post'un peşinde bizler de koşturuyoruz.
Aslında Batı bugün sözde her şeyden kuşkulanıp sözüm ona özgürlüğün tadını çıkarmaktan yana. Bundan dolayı hem kendilerinin hem de dünyanın sonunu ne olacağı onları ilgilendirmemekte. Hatta düşünmek ve sormak bile istemiyorlar. Ancak bilinmeli ki, her ne kadar durmadan değişiyor olsa da bir gerçek var! Çünkü eğer gerçek olmasaydı, biz insanların hiçbir hedefi olmazdı ve her şey bir düşten ibaret olurdu. O halde bugün sadece akıl ile değil, olaylara inanç ve akıl birlikteliği ile bakma zamanı geldi geçiyor.
ABD ve Avrupa Neden Çekişiyor?
BM toplantılarında, Avrupa Parlamentosu konuşmalarında ve batılı devlet liderlerinin karşılıklı ziyaretleşmelerinde tanık olduğumuz, ABD ile Avrupa arasındaki çekişme, Irak savaşı ya da Afganistan'dan dolayı değil. Bilakis çekişme çok derinlerde yaşanıyor. Aydınlanma dönemi batı dünyası ile Postmodern dönem arasında. Kapalı kapılar arkasında göremediğimiz ciddi bir çatışma var. Küresel tek güç ABD, her şeyi Avrupa-merkezci düşünceden soyutlayıp, postmodern olarak isimlendirdiği kendi yeni dünyasına göre dizayn etmek istemesi tartışmanın odak noktasını oluşturuyor. Bundan dolayı Ziyaüddin Serdar, postmodern düşünce sistemini, dünya insanlarını sarıp sarmalayan bir emperyalizm türü olarak tanımlamaktadır. Yani halihazırdaki Batı'yı anlamamız için anahtar kelime: Postmodernizm ve Nihilizm.
Aydınlanmanın çöküşü Avrupa-merkezciliğin sonunu getirdi. Postmodernizmin diyalojik, farklı güzelliklere açık 'çoğul kaynak ütopyası' yeni bin yılda Doğuyu araştıran bir Batılı araştırmacının zorunlu olarak 'bagajı boş' bir derlemeci olmasını talep eder ki bu derlemecinin Avrupa-merkezci bilgi arayışı, geçmişte onu hayret halinde alıkoymuş ve Hakikat içinde fani olmaya değil, tüm hakikat iddialarından ötede bir fena durağına götürmüştür.
Batının Afallayan Mukallitleri
Batının geçirdiği bu bunalımdan ve kaostan en çok, batıyı taklit eden İslam dünyasındaki mukallitleri etkilenmiştir herhalde. Batı idealleri için nelerden vazgeçmemişlerdi ki onlar. Dinlerinden, değerlerinden, halklarından ve hatta kendi kimliklerinden bile… Postmodern dünya ideallerini alıp götürünce, ortada “kral çıplak” misali çıplak kalıverdiler. Şimdiye dek kendilerini giyinik hissediyorlardı. Ancak artık değiller. O idealler uğruna koca bir imparatorluğu ıslah etmek yerine, paramparça ettiler. Her şeyi batının onlara empoze ettiği insan merkezli dünya ve ulus-devlet için yaptılar. Bugün postmodern Batı, geçmişini bir anda silince afalladılar. Artık 20. yüzyıl ideolojileri de yoktu ki, birine sarılıversinler. Tekrar geri dönmek istemiyorlardı. Onun içi nasıl olsa postmodern Batıda her şey gider düşüncesiyle daha derinlere inip, tükürdüklerini yalamamak adına, Şamanizm ve Zerdüştlüğe sarılıyorlar… Fakat nereye kadar. Sadece kuruntularını geçici bir müddet teskin etmek için olabilir. Lakin… Her neyse Allah'tan başka dönecekleri hiçbir şeyleri yok artık…
Postmodern Batı'nın Müslümanlara İhtiyacı Var
İslam dünyası artık oryantalistlerin şüpheleri ile uğraşmayacak. Bilakis isim/müsemma ağırlıklı tartışmalar ağırlığını hissettirecek. Postmodern batı gerçeği savunananlara karşı büyük bir mücadeleye girişecek. İdealleri olanları terörist olarak lanse edecek. Bunun için kitle iletişim araçlarını kullanıp, psikolojik harbi en âlâ bir şekilde kullanacak. İslam dünyasındaki tüm şaz görüşler destekleyecek ve kavramların içi boşaltılıp bir de bunu bizden alıp tadın diyecekler. Yani anlayacağınız artık eski rasyonalist ve oryantalist tartışmalar çöpe atıldı. Yeni bir tartışmalar başlayacak İslam dünyasında. Amina Wadud'un imame olarak New York'ta Cuma namazı kıldırması bunun en bariz örneğidir.
Bugün Müslümanlara çok büyük vazifeler düşmekte. Çünkü bu yüzyıldaki insanların onlara çok mu, çok ihtiyaçları olacak. Peki, Müslümanlar bunun farkındalar mı? Zahiren olmaya bilirler lakin, yüce Allah kendi dinini destekleyecek insanları bulur çıkarır. Bugün Batı ontolojisi, epistemolojisi ve axiolojisi tamamen çökmüştür. Artık hiçbir şeyi anlamlandıramayan Batının, Müslümanlara ciddi manada ihtiyacı olduğu apaşikâr ortada. Müslümanlar bugün ilk Nihilistlerden sayılan Sofist Gorgias karşısında Sokrates ve Firavun karşısında Musa olmasını bilmelidirler.
Eğer Müslümanlar, bugün dünyanın akıp-gittiği bu gidişatına dur demezler ise, dünyanın en zengin “G-8” ülkeleri nükleer silahlanmalarını sürdürecek, iklim değişikliği konusunda bir adım atılmayacak, işgaller sürecek ve böylece milyonlarca insan ölecek…
Yazımız epeyce uzadı. Aslında Mısırlı felsefe doktoru Abdulvahap el-Mesiri'nin postmodern düşüncenin Yahudi düşüncesi ve neo-conlar ile olan bağlantısı konusuna da girmek isterdim. Fakat yazımızı daha da uzatıp okuyucu arkadaşlarımız yormak istemedim. Ancak bu konuyu daha sonraki yazılarda ele alacağız.
Kaynak: www.timeturk.com