İnsanın biyolojik varlığı yemek ve içmek konusunda zorunlu tüketim nesnelerine muhtaçtır. Bu açıdan tüketmeden yaşamak imkansızdır. Hatta Yaratıcımız vahyi bildirimi ile bir kulluk imtihanı olarak yenmesini yasak kıldığı leş, kan ve domuz etinin bile, zorunlu hallerde zaruret miktarı kadar yenilmesine izin vermiştir. Ayrıca barınmak, giyinmek, iletişim gibi temel/normal ihtiyaçlarımız da bulunmaktadır. İnsan bu tür ihtiyaçlarını karşılamak için iradi davranışlarda bulunur.
İnsan, zorunlu ve temel/normal ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla harekete geçme enerjisi ve yetisiyle yaratılmıştır. Ama insanları hayvanlar aleminden farklı kılan en önemli özelliği ise, akletme yetisidir. İnsanın zorunlu ve temel ihtiyaçlarını gidermede vahşi rekabet ve tüketimi değil, adil paylaşım ve tüketimi gerçekleştirmesi beklenir. Çünkü insan, akletme özelliği ve yaratıcısının otoritesini onaylama fıtratı ile yaratılmıştır. İnsanın vahyi ve beşeri, adil ve vahşi, tevhid ve şirk kutupları arasındaki tercihi, dünya serüvenindeki yaratılış imtihanıdır.
Bir Müslüman için zorunlu ve temel ihtiyaçlarını karşılamanın sınırları belirsiz değildir. İnsanlara hayat rehberi olarak elçiler aracılığıyla gönderilen vahyin rehberliği, insan fıtratına uygun olanın, tüketimde adil olanın ölçüsünü ve sınırlarını bize göstermiştir. Çünkü evrenin tüketilen ürünlerini de tüketen insan fıtratını da yaratan, bunların dengesini ve mutlu olacak ölçüleri bilen ve belirleyen de yaratıcımız olan Allah'tır.
İnsanların zorunlu ve temel ihtiyaçlarını karşılamada hududullahı gözeterek kulluk görevlerini yerine getirmeleri tevhidi ve adaleti ikame eder, gerçek özgürlüğü yaşamlaştırır. Çünkü gerçek özgürlük, fıtratın tabiatı ve eşyanın kanunlarıyla uyum içinde olmak, fıtratı yabancılaşmaktan korumak ve kulluk bilinci ile iki cihan saadetine kavuşmaktır. Hududullah'tan sapılması ise fıtrattan yabancılaşmayı ve doğanın tahribini getirir ki, bu tür tercih ve tavırlar Rabbimiz karşısında ululanmayı, şirki ve vahşileşmeyi oluşturan bir cahilleşmedir. Cahilleşme fıtrata ve vahye yabancılaşmadır.
Tüketmeden yaşamak imkansızdır. Ama zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için vahyi ölçüleri ve adaleti gözetmeyen her türlü tüketim cahili tüketimi ifade eder. İslami ıstılahta bunun karşılığı haram ve israftır. Bu açıdan ihtiyaç olan tüketimi tartışmak değil, neyin ihtiyaç neyin israf olduğunu ve nasıl tüketildiğini tartışmak önemlidir.
Artık hayatımızda ümmet kültürünün veya tarım toplumunun dinamikleri belirleyici değildir. Müslümanlar tarihi süreç içinde ümmet olma bilinç ve pratiğini kaybetmişlerdir. İnsanlık alemi de Sanayi Devrimi'nin dönüştürücü kuşatıcılığı içinde tarım toplumunu ve alışkanlıklarını terk etmeye başlamıştır. Müslümanlar 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren Avrupa'da şekillenen yeni ekonomik üretim ve ilişki kalıplarının değişim seyrini tanımlayacak ve karşılayacak toplumsal dinamiklerden ve değer ölçülerinden uzaklaşmışlardı. Müslümanların ilk dönemlerde vahyi ölçüler dairesinde geliştirdikleri bilimsel ve medeni hamleler, değer ölçüleri bulandıkça azalmış ve yaşam koşullarını tanımlama çabalarındaki inisiyatif Rönesans, Reform ve Aydınlanma akımlarıyla şekillenen Avrupa'daki modern paradigmaya kaymıştı.
Yani modern Batı, Müslümanları yeni bir hayat ve zihniyet biçimi olarak nitel bir dönüşüme uğratarak parçalamadı. Müslümanlar Kitab-ı Kerim'le olan irtibatlarını zayıflatmışlar, hayatı cahilce tüketmeye başlamışlar ve ümmet zindeliğini kaybederek parçalanmışlardı. Vahyi nimeti kaybetme sonucu oluşan sosyal parçaları, modern Batı, kapitalist çevrim dairesi içine almış ve kendi parçası veya pazarı haline getirmişti.
Tarih içinde hiçbir toplum, sanayi kapitalizminin son yüzyılda ulaştığı büyük üretkenlik düzeyine ulaşamamıştı. Kapitalist üretimde yalnızca çok büyük miktarda metanın biriktirilmesi önemli değildi. Önemli olan; biriktirilen büyük miktardaki metanın sermayedarına kar sağlaması ve yeni yatırımlara zemin teşkil etmesi için paraya dönüştürülmesi, bunun için de dağıtımı ve tüketimi idi. Bu açıdan kapitalizmin sorunu, güçlü üretimiyle depolarını dolduran metalarını nasıl tüketeceği idi. Kendi dünyamızda tüketim konusunda karşılaştığımız modern durum, kapitalist üretim ve tüketim ilişkisi içinde belirlenmeye başlanmıştı.
Sanayi kapitalizminin tüketim sorunsalı sadece gelişmiş kapitalist ülkelere has bir mesele değildir. Zira kapitalizm 19. yüzyıldan bu yana küreselleşmiş ve tüm dünyayı pazarı haline getirmiştir. Sanayi kapitalizminin ürettiği ve alıştırdığı yaşam standartları küreselleştirilmiştir. Dolayısıyla sanayi kapitalizminin yaslandığı değer ölçüleri de, tüketim sorunsalı da küreselleşmiştir.
Sanayi Kapitalizminin Gelişim Süreci İçinde Tüketim Kültürü
16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa'da merkantilist akım, tüketimi kısarak ve tasarrufu özendirerek sermaye birikiminin sağlanacağını öngörüyordu.
18. ve 19. yüzyıllarda Adam Smith, Malthus, Ricardo gibi klasik ekonomistler ise talebi canlandırabilmek için üretim ve tüketim eğilimleri üzerinde denge hesapları yapmışlardı.
Ancak Birinci Dünya Savaşı akabinde baş gösteren 1929 ekonomik bunalımını tekrarlamamak için Keynesyen ekonomi politikaları, devlet ve özel kişilerin tasarruflarını harcamaya ve yatırıma yöneltti. Taylor ve Ford, seri üretim yöntemleriyle verimlilik ve kitle üretimi kavramlarını gündemleştirdi. Ford, "daha çok boş zaman ve daha çok tüketim" hedefine, çalışanlara daha çok ücret ve iki günlük hafta sonu tatili önerisiyle varılacağını planladı. Böylece alım gücü artırılan bireyler fazla farklılaştırılmamış pazarlara yöneltilerek, kitlesel tüketime özendirilecekti. Yani talep yetersizliği nedeniyle durgunluk yaşamak istemeyen sistem, böylece tüketimi reklamcılık, pazarlama stratejileri, yeni tasarım biçimleriyle gerekli bir yaşam biçimi haline getirmeye çalışacaktı.
Kitlesel tüketim doğal bir tercihten değil, öğretilen tercihlerden kaynaklanıyordu. Böylece tüketim kültürü ve tüketim toplumu kavramları ortaya çıktı. 1960'lardan sonra gelişkin kapitalist toplumlarda maddi mallar ve hizmetler (konut, eğitim, sağlık, ulaşım, turizm vd.) toplumsal katmanları ayrıştıran tüketim biçimlerini oluşturmaya başladı. Artık sosyologlar yaşam olanaklarını ve toplumsal kimliği, toplumsal sınıf ayrımından ziyade, tüketim dilimleriyle tanımlamaya başladılar. Ve toplumsal tabakalaşma tanımlamalarında üretime dayalı kalıplardan ziyade tüketime dayalı kalıplar belirleyici olmaya başladı. Örneğin Hanry Ford adına otomotiv sanayinde çalışmanın nasıl bir şey olduğundan ziyade, bir Ford otomobile sahip olmanın ve onu sürmenin ne anlama geldiği konusu ön plana geçti.
1970'li yıllardan sonra ise reklam ve moda, eşya ile belirginleşen imajları "sosyal anlamlar"la bütünleştirmeye başladı. Kitlesel üretimin yönelttiği kitlesel tüketim yerini, tüketicilerin kalite ve imaj kültürü ve değişim çevrimi içine çekilmesiyle marka ve ürün tercihlerine yöneltti. Post-Fordizm denilen model değişiminin hızlandığı ve ürün yaşamlarının kısaldığı bir süreçti bu.
Tüketimde marka tutkusu, diğerlerinden farklı, bağımsız ve özgür görünme dürtüsüne dayandırılır. Modernizmde birey ve toplum; akılcılık, bilim ve ilerlemeci teknoloji ile yönlendirilirken öteki olan kültürlere değer verilmez. Postmodernizm ise zıtların kendilerini modern olan içinde ifade etmesine fırsat vererek kapitalist tüketimin alanını geliştirir, geçmişi ve geleceği şimdi yaşamayı öneren bir yaşam sunar. Alt ve üst kültür ayrımları hiyerarşik önemini yitirirken, yaşam bir tüketim deneyimi olarak algılanır. Örneğin "Capris Otel cennetten bir köşe" veya "Belli eşarpları birinci sınıf dünyalar için" tarzındaki reklamlarda görüldüğü gibi kültür ve ticaret iç içe geçirilir. Böylece marka ve semboller peşinden koşturulan tüketici, günlük mutluluklarla tatmin bulan, ihtiyacının tatminini ertelemeyen ve gelecek için bugününü feda etmeyen bir konuma düşürülür. Kur'an'daki "insanın aceleciliği" (İnsan, 27), "acil olanı istemesi" (Kıyamet, 20) hitabını bu konuma düşürülenlere bakarak anlamak oldukça anlamlıdır.
Batılı modern toplum, 15. yüzyıldan bu yana Avrupa'da oluşturulan akılcı, bilimci ve ilerlemeci bir epistemolojik temele dayanır. Bu toplum tanrılar veya tanrı, metafizik veya din temelli bir eksenden, insan yani özne temelli bir dünya görüşüne evrilerek kurulmuştur. Sanayi kapitalizmi de Batı'nın bu epistemolojik dönüşümü içinde üretildiği için bireyi, dünyayı ve gücü önceleyen seküler bir temel üzerine inşa edilmiştir. İlerlemecilik doktrini, teknolojik ve ekonomik ilerlemeyi, hayatı anlamlandıran zorunlu bir hedef haline getirir. Sanayi kapitalizmi için ilerlemek, sürekli büyümek ve sonuç itibariyle de büyümek için sürekli ve değişen biçimlerde tüketmek demektir.
Kapitalist tüketim fonksiyonel bir tüketim değildir. Marka ve imaj kültürü ile öğretilen bir "sembolik tüketim"dir. Özellikle kapitalist toplumlarda ve bu tarz yaşam biçimine özenen tüketicilerde ürün ve markalar ekonomik, teknolojik, işlevsel yararlarından daha çok, taşıdıkları ve aktarabildikleri sembolik anlamları açısından değerlidirler. Sembolik tüketimde kullanılan saatten, giyilen spor ayakkabıdan veya takılan eşarptan daha çok markaları önemlidir. Tüketici, öğretilen ihtiyaçlara yöneltilir ve sembolik değerleri veya imajları satın alır. Kapitalist ekonomide daha fazla tüketim daha fazla üretimi ve bu döngünün de daha fazla refahı getireceği iddia edilir. Dinin alt kültür olarak algılandığı tüketim kapitalizminde artık birey/özne temelli bir yaşam anlayışından, meta temelli bir yaşam tarzına evrilmeye başlanır. Yani yaşamı artık insan değil, insanı artık bir avuç sermayedarın ürettiği nesne belirlemeye başlamıştır. Bu hal ABD'den Avrupa'ya, Japonya'dan Çin'e kadar kapitalist üretim ve tüketim tarzını paylaşan toplumlarda var olan değerler erozyonunun, yabancılaşmanın ve tuğyanın yeni bir türüdür. Böylece metalara bağlı tüketim kültürü küresel kapitalizmin ideolojisi haline gelmiştir.
Tüketim ideolojisinin ikonları markalar, mabetleri büyük alış veriş mağazaları, tebliğcileri ise reklamcılardır.
İhtiyaç mı İstek mi?
Tüketme ihtiyacı ile kapitalizme ait tüketim kültürü aynı şeyler değildir. Tabii ki ekonomik üretim ve tüketim davranışlarında hududullahı tanımayan tarım toplumuna ait tuğyan ile, kapitalist toplumun yapılanması ve işleyişindeki tuğyan nitelik itibariyle farklı değillerdir. Ancak her dönemde geçerli olan "lüks tüketim"in hazları kırbaçlayan özelliğine nispetle, küresel kapitalizme ait olan "tüketim kültürü" çok daha yaygın, programlanmış ve kimlik aşılayıcıdır.
Tüketimin tanımında en önemli kavram "ihtiyaç"tır. Tüketimle ihtiyacın tatmini amaçlanır. Zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızın fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, sevgi, saygı ve ait olma ihtiyaçları gibi açılımları vardır. İhtiyaçlarımızın önceliği zorunlu olanlardan başlar. Ancak tüketimin amacı olan ihtiyaç, birçok kavramla karıştırılır. Bunlardan en önemlisi ise "istek" kavramıdır. İstek çoğu zaman ihtiyacın karşılığı olarak kullanılır. Oysa istek, ihtiyacın nasıl tatmin edileceği ile ilgilidir. İhtiyaç fıtri iken istek kültüreldir. İhtiyaç yaratılışla ilgilidir ve doğaldır; istek ise öğrenilmiştir, değerler sistemine dayanır ve kişinin yaşamı boyunca öğrendikleriyle ilgilidir. Örneğin susamak zorunlu bir ihtiyaçtır. Ancak susuzluğun su ile mi, ayran ile mi, cola ile mi karşılanacağını belirleyen istektir.
İnsanı yaratan ve tabi olacağı yasaları belirleyen Rabbimiz, Kitab'ında insanın bol rızıkla karşılaştığında yeryüzünde azgınlık yapacağını (Şura, 42/27) belirtir. Bu nedenle bol rızıkla karşılaşanların ve bol rızık kazananların azgınlık ve sapmalardan uzak kalabilmesi için isteklerini vahiyle terbiye etmeleri gerekir.
Müslümanlar için zenginlik lüks tüketime sapmak amacıyla değil, sosyal adaleti ve paylaşımı sağlayacak infak ve zekat ibadeti için harcanmalıdır. Refah bolluk ve varlık içinde yaşamayı; salah ise iyi hali, sulhu ve dine bağlılığı ifade eder. İslam refahı değil salahı ve takvayı önceler. Ama bu önceleme dünya nimetlerinin terki anlamına gelmez. Bol nimet Müslümanların şükrünü ve kulluk sorumluluğunu artırmalıdır. Müslümanlar her zaman zayıflara el uzatmak, azgınlara karşı tevhid ve adalet yapısını korumak için güç hazırlamak zorundadırlar. Kur'an hayata yön vermek için gelmiş ilahi bir rehberdir. İslam'ın çağrısı evrenseldir ve her daim müdahale ettiği hayat, modern hayattır. İslam modern öncesi hayata ait bir proje peşinde değildir; ama modern olanın da vahyi ölçüler içinde işlemesini ve ıslahını ister. Rezzak olan Allah'tan karşılık bulanlar karşılık bulduklarını gizlemezler, ellerini saçıp savurmadıkları gibi kısmazlar da. Mescitlerine güzel elbiseleriyle giderler, mülkün ve kazancın sahibinin Allah olduğu bilinciyle davranırlar. Zaruriyat [zorunlu ihtiyaçlar], haciyat [normal ihtiyaçlar] süreçlerinden sonra ulaşılacak nimetlerle donanmış adil bir tahsiniyat [güzellik ve süs ihtiyaçları] söz konusu olabilir. Tahsiniyyat, hayatı daha kolaylaştıracak olan eğitim, sağlık, mekan ve aletlerle geliştirilecek bir medenileşme ve kültürlenme sürecidir. Ancak bu medeni süreç nefsi azdıran istek ve hazlardan, israf ve lüksten uzak olmalıdır. Zorunlu ihtiyaçlar karşılanmadan haciyatla uğraşmanın anlamsızlığı kadar, zaruriyatın ve haciyatın karşılanması sağlanmadan tahsiniyata yönelinmesi de anlamsızdır, israfın ve adaletsizliğin kapısını aralar.
İstek, öğrenilmiş ve kültürle yönlendirilmiş bir duygu olduğu için, bu duygunun tarım toplumunda da sanayi toplumunda da vahyi ölçülerle eğitilip eğitilmediğini bilmek önemlidir. Tüketim ihtiyaçlarımızın dünyayı terk eden bir riyazat ile yok sayılması kadar, lüks ve israf ile alabildiğine tahrik edilmesi de bir sapmadır.
Nicel anlamda lüks, mal ve hizmetlerin "ziyan" edilmesiyle eş anlamlıdır; nitel anlamda ise daha iyi ve estetize edilmiş mal ve hizmetlerin kullanılmasıdır, zevk düşkünlüğünün ifadesidir. Mal ve hizmetler konusunda zevki ve israfı hayatın akıbetini ve dengesini düşünmeden, acil olarak bu dünyada istemek lüks yaşantıyı getirir ki bu da tuğyandır. İnsanın tuğyanı Yaratıcısının ölçülerine karşı müstağnileşmesi ve kendi nefsini otorite olarak görmesi, yani tağutlaşmasıyla oluşmuştur. Bu anlamda saltanat sarayları lüks yaşantının en önemli kaynağını oluşturmuşlardır. Ve tuğyanın benzer dünyevi hazlarına yönelenler, malikanelerini ve giderek de evlerini ve teşrifatlarını küçük saray modellerine benzetmeye çalışarak saray yaşantısına özenmişlerdir.
Zorunlu ve temel ihtiyaçları aşacak biçimde yapılan her türlü fazladan tüketim lükstür. Lüks, yaşam tarzındaki şatafatı ve aşırı gitmeyi ifade eder ki bu hal "fahşa" kavramıyla da karşılanabilir. Bir metanın veya davranış şeklinin lüks sayılıp sayılmaması konusunda Müslümanlar arasındaki tartışma, ihtiyaçların sınırını belirleme konusunda çıkmaktadır. Tabii bu tartışmada zarurat, haciyat ve tahsiniyat arasında hangi konumda veya süreçte olduğumuz ve "müminlerin kardeşliği" ilkesinin nasıl tecelli edeceği içtihadi bir konudur. Ama ihtiyaçların karşılanması için zulmün, ihtikarin, faizin, aldatmanın ve her türlü fahşanın araçlaştırılması ise içtihada bağlı bir durum değil, açıkça sapkınlıktır ve ifsattır. Bunun için ihtiyaçlarımızı karşılamada isteklerimizi kapitalistlerin tahrik ettiği hazcılık [hedonizm] ve lüks eğilimine göre değil; fıtri olana, vahye ve adalete göre belirleyebilmeliyiz.
Ancak yaşamı ilerlemeci bir anlayışla yorumlayan Batılı paradigmanın elinde lüks, sanayi kapitalizminin gelişimi için teşvik edici bir unsurdur. Kapitalistlere göre israf insanlar için zarar verici bir kusurdur, ama ticaret için değil. Montesquieu'nun mantığı da bu doğrultuda çalışır. Ona göre, "Pekala lüks olmalıdır. Eğer zenginler bu denli harcama yapmasaydı, yoksullar aç kalırdı." Artık yoksullar yardım ve üretim açısından değil, tüketimin nimetleri açısından düşünülmeye başlanmıştır. Batılı ekonominin ilerleme iştahı, kendi insanları arasındaki eşitsizliği ve tabakalaşma farklılıklarını doğal görürken, küresel kapitalizmin Güneylilerin veya 3. Dünyalıların konumunu bir alt kimlik olarak görmeleri ve aşağılayıcı tanımlara oturtmaları çok şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü kapitalizmin keşfettiği tüketim kültürü ile, kendi yoksullarına da Güneylilere de nasıl ihtiyaç duyulacağı öğretilecek ve tüketiciler bir öğrenci olarak görüleceklerdir. Artık tüketicilerin öğretmenleri olan reklamcılar, eğitim faaliyetine geçerler ve tüketici ihtiyaçları öğretilmiş ihtiyaçlar haline getirilir.
Tüketim Kültü ve Bireycilik
Tüketim kültürü, kapitalizmin yürürlükte olduğu toplumlarda tüketicilerin pazardaki ürün tercihleriyle bir nevi oy kullanarak ekonomik gelişmeye katkıda bulunmalarıdır. Tüketim toplumu, malların ve hizmetlerin üretiminden ziyade, mal ve hizmetlerin, ayrıca boş zamanın daha çok tüketilmesini ifade eden bir terimdir. Tüketim toplumlarında üst ve orta sınıflar, tükettikleri ürün, hizmet ve markalar yoluyla kendilerine bir statü edinme ve başkalarını da kendileri gibi ne tükettiği ile değerlendirme eğilimindedirler. Tüketim toplumunda kimin hangi markayı giydiği, kimin hangi model araba kullandığı, kimin hangi semtte ve nasıl bir evde oturduğu önemlidir. Çünkü tüketim kültürünün en önemli konularından birisi farklılıktır.
Farklılık, bireyin "ben" duygusunu okşayan en önemli muharriktir. Bireyciliği güçlendiren farklılaşmayla kişinin özgürlüğünün gelişeceği savunulur. Ancak şu da bir gerçektir ki tüketim kültürüyle biçimlenen bireycilik, toplum mühendisleri ve işletmeler tarafından sahte ihtiyaçlara yöneltilerek bir sömürü ve sosyal kontrol aracı olarak kullanılır. Marcuse, tüketim kültürünün biçimlendirdiği bireyciliği, "yarı bireysellik" olarak adlandırılır. Aslında tüketim sürecinin körüklediği bireycilikle ne "ben" olunabilinir, ne de "biz" olarak kalınabilinir. Kapitalist toplumda bireyleşenler, kurgulanmış bir hayatın figüranı pozisyonuna düşülür. Tüketici kozmopolitliktir bu. Örgütlü sermaye tarafından özgürlük, liberallik, modernlik, keyif adına sırtı sıvazlanan tüketici yurttaş, bireycilik tanımlamasıyla tekleştirilir ve yalnızlaştırılır.
Tüketim toplumu derken, bir toplumda diğer toplumlara nispetle tüketimin daha fazla olduğu kastedilir. Ancak bu konuda iki farklı oluşumdan bahsedilebilir. Birincisi; hem çok üreten hem çok tüketen sanayileşmiş kapitalist ekonomilere sahip toplumlardır ki, bunlara "tüketim kapitalizmi"nin hakim olduğu toplumlar denir. İkincisi; ürettiğinden fazlasını tüketen ve sanayileşmesini tam olarak gerçekleştirememiş toplumlardır. Birincisinde tüketim kültürü toplumsal ideoloji haline gelmiştir. Boş zamanlarda alış veriş hazzı, marka ve sürekli yenilenen modelleri takip arzusu, keşfedilmemiş turistik yerleri tüketmek ve sürekli değişen moda gibi sürekli yeni ve bakir yerleri keşfetmeye çalışmak. İkincisinde ise öğretilmiş ve özendirilmiş ihtiyaçlarla "taklit" ve "benzeme" durumundan öteye gidilemez. İkinciler, kapitalist ülkeler ve çokuluslu şirketler için coşkulu tüketim pazarlarıdır. Daha doğrusu bu tür toplumlar, tüketim kültürünü kitle iletişim araçlarıyla, Hollywood ürünleriyle, eğlence sektörüyle en fazla aktaran ve tüketim kültürünü küreselleştiren ABD hayat tarzının, yani Amerikanizmin en fazla beslendiği olgulardır.
Tüketim kapitalizminde alt sınıflar, orta sınıfa özgü bir statü arayışına yönelirken, geri tüketim toplumlarında ise burjuva yaşam tarzına özlem duygusu tüketim kültürünü kamçılamaktadır.
Tüketim-üretim ilişkilerinde, sermayedara kar ve sisteme güç katan çevrim, dönüşüm hızını yeni modeller üreterek artırmaktadır. Özellikle beyaz ve kahverengi eşya tüketiminde gözden düşürülen eski metanın, yeni modellerle değiştirilmesi teşvik edilmektedir. Meta üzerinde oynama, piyasada değiş-tokuş içine sokulan her değer için bir metalaştırmayı da ifade edebilmektedir. Böylece sadece mal ve hizmetler meta olarak tükettirilmemekte, kutsal günler, anneler ve doğum günleri, sevgi, aşk, namus gibi değerler dahi metalaştırılabilmektedir.
Arkadaşlık, sevgi, inanç gibi değerlerin ticarileştirilmesinde sekülerist düşüncenin katkısı önemlidir. Sekülerizm, dini ve farklı kültürel değerleri laiklikte olduğu gibi hayatın dışına kovmaz ve kendi yapısı içinde kullanmayı düşünür. Modernizmin dini ve kültürü dışarıda bırakan bilimci, akılcı ve ilerlemeci yaklaşımına karşı, zıt değerleri de kucaklayarak bir özgürlük ortamı yarattığı sanısı veren postmodernizm, küresel kapitalizmin ürettiği bir kültürdür. Yabancıyı kendisine dönüştürmeyi reddeden bir tarzdır. Postmodernizm, içeriği ve sistematik olanı önemsemez, özgürlük ve demokratik paylaşım adına bireyi ve tüketimi ön plana çıkarır. Alt ve üst kültür gurupları arasındaki hiyerarşiyi bozar, kültür ve ticaretin iç içe girmesini sağlar; böylece tüketim ve tüketici için farklı ürünler ve imajlar yaratılır, yaşam bir "tüketim deneyimi" olarak algılanır.
Postmodern tüketim kültürüyle, modernizmin yıkıcı ve daraltıcı yanlarının aşılması ve pazarın küreselleştirilmesi amaçlanır. Postmodernizm, saygı duyarak, bozarak yeniden anlamlandırmayı ilke edinen bir kültürdür. Önerdiği çokculuk bu anlamda ideolojiye dönüşmektedir. O moderniteyi aşmaz, sadece içini yeniden doldurur. Böylece modernitenin gelenek içinde üretilmesine olanak sağlanmış olur. Cennetten bir bahçe olduğunu iddia eden Capris Otel ve birinci sınıf dünyaları öneren Belli Eşarpları reklamlarını bu bağlamda anlamamız gerekmektedir. Postmodern tüketim stratejileriyle hem farklı kültürlerden toplumların tüketim pazarları oluşturulur, hem de ticari olmayan değerlerin metalaştırılması sağlanır.