Bugünlerde solcuların bir bölümü samimiyetle kendilerini sorgulamaya çalışıyor. Başından beri düşüncem şu: Sol ideolojilerin sahneye çıkması bize bir imkan sunabilirdi. 1960'larda "ithal ikamesine dayalı sanayi politikaları" veya 1930'lardan itibaren devletin belli bir zenginler zümresine desteğini öngören "bebek sanayi" anlayışına karşı "kapitalist olmayan milli kalkınma yolu" gündeme geldiğinde, kapitalistik kalkınmanın derin eşitsizlikler yarattığı söyleniyordu ki, bu tamı tamına doğruydu. Şu var ki sol (TİP), Meclis'te 15 kişilik üyesiyle militan bir muhalefet yürütürken, bir şeyi bir türlü beceremiyordu: Toplumu mobilize etmek.
Sola moral güç veren, Soğuk Savaş stratejisi gereği Sovyetlerin varlığı, ABD'nin çoğu sol-marxist örgütün arkasında olması, önder kadrosunun kısm-ı azamiyle bürokrat-zengin çocuklar içinden çıkması ve belki en çok sol ideolojilerin din düşmanı tutumları, solun toplum tarafından kabul görmesinin önünde engel oldu. Bu meyanda çalışanlarında "proleterya bilinci" olmayan, tarihinde "materyalizm" nedir bilmeyen bir toplumda sol veya marxist hareketlerin toplumu mobilize ederek devrim yapmaları zaten düşünülemezdi.
Dahası ortada bir soğuk savaş vardı, bu savaşta Batı/ABD ve Doğu/Soveytler karşılıklı mevzilerini almışlardı, ama solun unuttuğu küçücük nokta şuydu ki, Türkiye Batı'nın/ABD'nin payına düşmüştü. Bu kurtlar sofrasında yapılan taksimatta Türkiye'de marxist bir devrimin gerçekleşmesi ve bunun sonucunda Türkiye'nin Sovyet Bloku'na geçmesi demek, üçüncü dünya savaşının patlak vermesi demekti.
Pekiyi, durum bu merkezde iken, Celal Bayar ve Mehmet Şevket Eygi'nin her son bahar "Bu kış komünist ihtilal olacak, herkes erzağını hazırlasın, evinde depolasın" demesinin, ta Van'dan, Erzurum'dan insanların kitleler halinde Sultanahmet Camii'ne toplatılmasının anlamı neydi? Bu büyük bilmeceyi bugüne kadar çözen oldu mu acaba?
Marxist solun elinde her şeyin anahtarı olacak "bilim" vardı: Bilimsel sosyalizm. Ekonomi de, neredeyse her türlü fikir ve görüş beyanından bağımsız bilimsel-teknik bir meseleydi. Bütün sorun bilimsel sosyalizme kulak asılmamasından kaynaklanıyordu.
Bugün sahnede en yüksek perdeden konuşan liberaller de aynı şeyleri söylemiyor mu? Ta Turgut Özal'dan bu yana ekonomi ideolojilerden arındırılmış gibi. Bütün ideolojiler zararlı, bunu liberaller söylüyor. Aslında ideolojilerin öldüğünü söyleyen de bir ideolojiden başkası değil, fakat bu kendini gizleyen bir ideolojidir. Teşbihte hata olmaz, şeytanı en çok sevindiren şey, varlığının inkar edilmesidir. Çünkü bu sayede şeytan kişinin zihin dünyasını istila edip dilediği her şeyi kolayca yapabilir.
Liberaller ideolojiye karşı savaş açınca, onlara mukavemet edecek bütün ideolojilere karşı kendilerini efsunlayabiliyorlar, böylece kendi ideolojileri adına istedikleri iktisadi ve sosyal politikaları devlete kabul ettirebiliyorlar.
Liberaller de tıpkı solcular gibi ekonominin bir teknik ve bilimsel süreç olduğunu söylüyorlar. Sola göre, ekonominin ilacı bilimsel sosyalizm ve elbette devletin planlaması ve müdahalesi; liberallere göre timsahların ördekleri kolaylıkla yutma özgürlüğüne sahip olduğu serbest piyasa. "Bizim gibi ülkeler neden kalkınamıyor?" diye sorun, size verecekleri cevap hazır: "Çünkü yeterince bilime ve tekniğe kulak verilmiyor. Kozmik düzeni işler kılan tabii yasaların bir izdüşümü piyasada da geçerli. Piyasaya müdahale etme, bak nasıl kalkınır, zengin olursunuz."
Aradaki paralellik hayret verici. Farklılıklar da yok değil tabii. Marxist sol, hiçbir zaman ikna edici bir felsefe eşliğinde özgürlükleri savunmadı. Neoliberallerin özgürlükler dillerinden düşmez. Onların sözlüklerinde yer almayan kelimelerin başında adalet ve eşitlik gelir.
Deneysel olarak gördüğümüz şu: Bu kural(sızlık)lar işler halde oldukça, ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasındaki eşitsizlikler giderek büyüyor. Yani özgür/serbest sularda timsahlar da serbest ördekler de.
Dahası, son küresel ekonomik krizle, liberalizmin bir yüzünü daha keşfettik: Kazanç bireysel, zarar toplumsaldır. Krizin faturası vergi mükelleflerine çıktı. Böylece bir gerçeğin altı çizilmiş oldu: Liberal özgürlükler bir grup insanın sahip olup kullandığı nimetler; bu düzende doğası gereği demokrasi ve sahici özgürlükler mümkün olmaz. Komünist ülkelerde de nimetler bireysel, külfetler toplumsaldı. Komünist Partisi üyeleri, hayli konforlu ve pahalı hayat yaşayabiliyorlardı, ama işçiler ve köylülerin –solhoz ve kolhoz çalışanları- hayatlarında herhangi bir iyileşme olmazdı.
Liberalizm, kitleleri umutlarını mahiyetini bilemediğimiz bir kuvvetin merhametine ve gücüne sığınmaya davet ediyor:
Ekonominin emredici kuralları piyasada içkinse, piyasa kuralları ekonomiyi yönetiyor demektir. Bizlerin tek tek (birey olarak) zaten pek yapabileceğimiz bir şey yok. Adam Simith'in ne dediğini hatırlıyoruz: "Gizli bir el var". Aslında biz buna rahatlıkla "kader" diyebiliriz. Demek ki, ekonomi bağlamında liberal dünyada hayatımız ne olduğunu bilemediğimiz bir kader üzerinden belirlenmektedir. Bu Allah'ın takdir ettiği bir kader veya kaza değildir, bambaşka bir şeydir; adil olmayan kör bir kuvvettir, piyasalara, ülkelere ve dünyaya hükmediyor.
Sakın bunun arkasında küresel bezirganlar olmasın! Bu bezirganlar, bize, kendi irademizle kendimizi değiştiremeyeceğimizi telkin ediyorlar. İyisi mi bilime, tekniğe ve piyasanın kurallarına varlığımızı teslim etmemiz. Bu, hakikatte özgürlükle çatışan bir sonuçtur. İşte liberalizm medya üzerinden kitleleri narkozlayarak kendi iddiasıyla çatışan bir kuram olarak hüküm sürdürmeye çalışıyor.
Dostoyoveski, daha geçen yüzyılın başlarında Fransa'da kişinin özgür olabilmesi için asgari 1 milyon Frank'a sahip olması gerektiğini söylemişti. Bunun altında olanlar, bu meblağa ulaşıncaya kadar özgür olmayı arzu etmekle yetineceklerdir. 21. yüzyılın başlarında aynı noktadayız.
Kaynak: www.dunyabulteni.net