Fatih eski bir semt. Binaların çoğunun demir parmaklıklarla çevrili bir bodrum katı vardır.
Pencereden dışarı bakabilmek için bir koltuk ya da kanepeye basıp ayaklarınızın üzerinde yükselmeniz gerekir. Bu durumda koyu bir loşluk hâkimdir evin en gözde yerine bile. Aslında karanlık dememek için loş kelimesi kullanılır. Açıkçası ışığın girişi de görüş alanı da yaşayanı yalnızlaştıracak kadar kısıtlıdır bu evlerde.
Zehra Hanım eşini genç yaşta kaybetmiş, çocukları da yurt dışında olduğundan tek başına bodrumda yaşayan ağır şeker hastası bir kadın. Son ziyaretimde apartmana yeni taşınan birinin jipiyle onu nasıl diri diri mezara gömdüğünü anlatıyordu. Bütün uyarı ve ricalarına rağmen park yeri sıkıntısı yüzünden bu savaş aracı gibi arabayı özür dileyerek de olsa, pencerenin ışığına dayamaktan vazgeçmemiş adam.
“Evden ikindiye kadar çıkmıyor” diyordu Zehra Hanım. Kiracılarmış burada, geçimleri de orta halliceymiş mütedeyyin ailenin, ya bu bir servet edecek araç da nenin nesiymiş. Öğrenmiş komşulardan. İş tutacakmış da piyasada, güven göstergesi olarak gerekli olduğundan almışlar bu zebellayı. Yerine göre kimlik kartı yerine geçiyormuş.
Mutlak manada mülk Allah’ındır ama insana Yunus’un “var biraz da sen oyalan” diye tanımladığı kabilden bir mülkiyet hakkı verilmiş. Peki, eşya üzerinde tasarruf yetkisi ve hakkı sonsuzca bahşedilmiş bir inayet midir, bunun için bir sınıf seçilmiş ve kutsanmış mıdır ve sınıflı hatta derin uçurumlu bir toplum oluşması bir Müslüman’ın sadece “imtihan dünyası” gerekçesiyle insanların ihtiyarına bırakıp geçebileceği, makul görülecek, sonuçları ahirete havale edilecek bir hal midir?
Bazı kelimeler hayatımızdan çıkıp gittikçe sahip olmanın, ele geçirmenin, selamsızlığın, rekabetin, kibrin, kariyerin sesi yükseliyor. Haram, helal, kul hakkı, diğerkâmlık, zekât, infak, kardeşlik çekilip gittikçe ıssızlaşıyoruz.
Servet bitince size kazandırdıkları da sona erer, hikmetten daha büyük servet, cehaletten daha şiddetli bir yoksulluk yoktur denir Nehcü’l Belağa’da. Ama kimsenin hikmete ihtiyacı yok artık. Her zaman sahip olunamayan bir şeyler kalsa da muteber değer otoriteye ve servete yakın olmak.
Savaş aracı gibi üzerimize gelen, dar sokaklarda şehrin kâbusu gibi ilerlemeye çalışan, bazen karartılmış camların ardında kimin olduğunu bilmediğimizden korku ve ürküntü yaratan jip nedir tam olarak?
Bazı şeyler temsil kabiliyeti yüzünden eşdeğer olduğu birçok şeyden daha fazla mahkûm ediliyor doğrusu. Birçok Amerikan ürününe karşılık en çok Coca Cola’nın boykot edilmesi gibi. İnsanlar çok daha pahalı arabalara binseler de jipin de böyle bir kaderi var.
Şehirlerarası yollarda, arazide ya da çok şeritli geniş caddelerde fazla göze batmayacak olan jip, şehir içinde nefret nesnesine dönüşüyor. Eşitsizliği, adaletsizliği, sınıflı toplumu, saldırganlığı, tanka benzerliğiyle işgal kuvvetlerini, kibri, bencilliği, görgüsüzlüğü, sevgisizliği ve şefkatsizliği temsil ediyor.
Güç ve iktidarın servet sahiplerinin elinde olması, sermayenin tekellerde toplanması demokrasiyi de şaibeli hale getiren bir şey sonuçta. Toplumu hüsrana uğratan bir durum.
Jipe binen biri olmak yaşamın temel hedefi haline gelince iş hayatında da “piyasa bunu gerektiriyor” söylemi her türlü ahlaki ilkenin önüne geçti. Ortak tüketim kutucuğunda yer almak inançlı insanlar için de jakobenlerle eşitlenmenin mevcudiyetimizi ortaya koymanın bir yolu haline geldi.
Yeni zihinsel yapılanmamızda Zehra Hanım’ın ve camın kenarına koyduğu kırmızı bir sardunyanın ışık hakkı var mıdır? Yoksa zihnimiz, “ne yapsın adamcağız, elbette sokağı iyice daraltmamak için kaldırıma çıkacak, arabası tabii ki evinin ve gözünün önünde duracak, Zehra Hanım biraz daha hoşgörülü olamaz mı komşusuna karşı” diye mi işlemeli?
Zor mesele evet, ama bugün bu meselelerle baş edemezsek yarın diye bir şey olmayacak.
[30.01.2010'da Özgün Duruş'ta yayınlanmıştır ]
|