Toynbee, bütün tarihin saldırı ve savunma duygusuna göre hareket ettiğine inanır. Bu saldırı ve savunma -ki kesintisiz bir belirleyicilik yapısı da vardır- bir tür kültür, uygarlık ve toplumun oluşmasına, olgunlaşmasına, güçsüzleşmesine, yaşlanmasına, başka bir kültür, toplum ya da uygarlık karşısında yok olmasına, sonra da yeni toplum ve kültürün yine olgunlaşma, yetkinlik, yaşlılık ve ölüm yönündeki gidişini gerçekleştirmesine ve yine genç ve yeni bir güçle karşı karşıya kalmasına neden olur.
Bu saldırı ve savunma, tarihin hem nedenini, hem etkenini gösterir; bunun yanısıra da kendiliğinden tarihin hareket şeklini, şu anda kafanızda canlandırabileceğiniz şekilde belirginleştirir.
Saldırının doruğu, Saldırının doruğu, Saldırının doruğu
.jpg)
Başlangıç Başlangıç Başlangıç
Bu grafik, hem din hakkında, hem öğreti ve ideal hakkında, hem hareket hakkında, hem devrim, uygarlık, toplum, ulus, soy ya da kültür hakkında geçerlidir. Hangisini ele alırsanız alın, tümü de tıpkı kuşaklar ve insan bireyleri gibi, toplumlar, kültürler ve dinler gelirler ve giderler. Şu anlamda ki bir insan olgunluğa doğru yol alır; böylece grafiğin doruğuna erişir. Grafiğin doruğu, gençliğin uç noktasıdır. İnsan oradan, güçsüzleşmeye doğru gider. Bu, doruğa ulaşıp ondan sonra da yokluğa doğru inişe geçtiğinde, ötekisi başlangıç noktasındadır. Bir insan doruğa, uca ulaşırken, bu insanın doruğa ulaşmasıyla eş zamanlı olarak yeni bir grafik gelişir ve sürer. Burada yükselen grafik saldırıdır ve bunlar bütünüyle saldırı durumudur. Doruk ise saldırının sonudur. Doruktan inişe geçtiğindeyse savunma durumuna geçer.
Bir bireyde de böyledir. Bir çocuk, otuz, otuz beş, kırk yaşına dek -ki bu kırk yaşı aklî olgunluk yaşıdır; Dante’nin İlahî Komedi’deki söyleyişiyle hayatın yarısı, bizim inancımıza göreyse aklî olgunluk yaşı ve peygamberlerin çoğunun bi’set yaşıdır- saldırı durumu içindedir. Mutlak ve öz olarak saldırı durumu içindedir; özel birine ve özel birşeye karşı değildir bu saldırı. Yani hareket şekli, duruşu, zihinsel, aklî ve mantıkî duyguları saldırı durumu içindedir. Bu, korkusuzluğun, saldırganlığın, ilerlemenin ve sahiplenmenin güçlü olduğu bir durumdur. Bu yüzden, on iki on üç yaşındaki çocuğun, fazla enerjisini harcamak için yumruğunu duvara vurduğunu görüyoruz. Kırk yaşından daha yukarda bulunan kişi ise fazla enerji arar, sürekli takviye ampulü kullanır, kendisini bakıma alır ve savunma durumuna geçer.
Psikolojik açıdan da bu durum söz konusudur. Çok ihtiyatlı duruma gelince, ızdıraplı ve kaygılı yaşlı insanlar görmüşsünüzdür. Böyle kişiler, tehlikedeki insanlar gibi, hep yitme ve yitirme tedirginliği içindedirler ve sürekli olarak dünyadan korkarlar. Kendileri savunma durumunda oldukları için; herşeyi ve herkesi saldırı durumunda görürler. Bu içsel ızdırap ve tedirginlik, içe kapanma, kendi içinde kalma, zihinsel, düşünsel ve ruhsal bakımdan kendini hapsetme durumu kazanmalarına onları zorlar.
Piyasada ve iktisadî işlerde de bu durumu görüyoruz. Saldırı durumunda olan şey, daha çok riske girer ve ayrıntılar üzerinde daha az düşünür, hedefleri, programları, projeleri, işlemleri, daha çok kendi gücü açısından göz önüne alır ve maddi olanaklarını, bu çarpışma ve savaşlarda kullanır. Bankadaki varlığını, kendisinde gördüğü ruhsal gücünün itibarıyla bir araya getirdiği neden, bilinçsiz olarak, alım gücünü, mülk edinme gücünü daha çok kendisinin özdeş iktisadî varlığında duyumsar. Fakat, aynı kişi, doruğu aşıp hayatın inişine doğru yöneldiğinde iki üç bin lira için eli titrer. Çünkü savunma durumu, onun ruhsal güçsüzlüğünü daha da güçsüz kılar.
Zaaf ve ruh durumunun, özsel ve iktisadî konular üzerinde ne derece etkili olduğunu ve matematiksel sayılar gibi birbirleriyle bir araya getirilebilir olduğunu görüyorsunuz.
Bu örnekler, Toynbee’nin kültür, uygarlık ve din üzerine ileri sürdüğü teze açıklık getirmektedir. Toynbee’nin tezi biraz karmaşık olup anlaşılması zordur. Ama her öğretinin söylediğinin özünü kavrarsak yeterlidir. Çıkarımımız ve tanıyışımızla o öğretinin ayrıntı durumundaki konularını sonradan inceleyebiliriz. Toynbee’nin söylediği, sonraki kuşağın saldırgan durumunun, önceki kuşağın savunmacı durumunu -ki tam anlamıyla bireysel ve doğal bir durumdur- güçlendirdiğidir. Örneğin kırk yaş doruğuna ulaşıp inişe geçmiş olan ama evladı bulunmayan ve özdeş ve dışsal bir etkenin, kendisini savunma darboğazında bırakmadığı bir kişi, sinirsel gerilimini çok az duyumsayabilir ve çok geç savunma durumuna geçer. Fakat evladı ve torunu olan aynı yaştaki başka bir insan, iki kez saldırıya uğradığı için, kendi inişini çok erken anlamış ve savunma durumuna geçmiştir.
Toynbee’nin kitabının bir cildi bu konudadır. Oldukça bilinen ve açık örneklerle, bir dinin, bir ideolojinin ve bir toplumun ve ulusun devrim hareketinin de saldırı ve savunma durumu içinde olduğunu dile getirir. Saldırı, coşku, gelişme ve yükselme durumundaki bir öğreti, her yeri kırıp dökebileceğini, ele geçirebileceğini düşünen saldırgan bir genç gibidir tıpkı. Asla kendisinden korkmaz, içine kapanmaz, kendisini her çatışma alanına atmak, kendisini herkese göstermek ister ve kendisine inanır ve dayanır.
Din de ilk dönemde böyle bir durumdadır. Dine inananlar da aynı durumu kazanırlar. Öteki din ve öğretilerin karşısına çıkarlar. Tartışma oturumları yapılsın da kendileri dinlerini anlatsınlar, diyeceklerini desinler, tebliğlerini yapsınlar isterler. Çünkü küçük bir olanak ele geçirirler, ayaklarını bir yere koyarlar, elleriyle bir yerden tutarlarsa, çevreyi egemenlikleri altına alabileceklerini bilirler. Bu yüzden bütün kaynakları, kitapları ve sözleri açık ve anlaşılırdır. İkinci durumdaysa, hep kendilerini gizlemek, saklamak isteyen, tanınmaz durumda kalmak isteyen, çünkü dışarı çıkınca kendisini yere çarpacaklarını, sopa yiyeceğini, herkesin onun kusurunu anlayacağını hisseden ve bu yüzden hep kaçış ve sakınma içinde olan yenik bir adamın durumuna düşerler.
DİNİN YENİLENMESİNİN GEREĞİ
Öğreti ve ideoloji de böyle durumdadır. İslam’ın ilk yıllarındaki Müslümanlar da böyleydiler. İslam’ın kendisi bir öğreti ve bir inançlar dizgesi olarak zaman içinde değişime uğramaz. Bir din olarak İslam, toplumların geleneksel çerçevelerinde, uygarlık ve kültürlerin gövdesinde yer almakta olup özdeş dışsal bir cisim kazanır ve bu şekilde tarihin değişimlerinin çizgisinde cılızlaşır, yenileşmeye, şeklini, kılığını, ilişkilerini ve dilini değiştirmeye gereksinim duyar. Yanlış anlaşılmasın, -gerçi çoğunluk için yanlış anlaşılma söz konusu değildir- yenileşmeden amaç, İslam’ın kendisi olan değişmez gerçeğin yenileşmesi değildir. Birtakım kimselerin, “dinî düşüncemizde görüşümüzü yenilemeliyiz, dinî görüşümüz yenilenmelidir, din bu çağın diliyle, bu kuşağa uygun ve yaraşır olarak tebliğ edilmelidir” şeklindeki sözleri, dinin değişmesi anlamına gelmez. Çünkü inanan kimse, kimi yerlerinde müdahaleye gerek vardır diyemez; inanmıyorsa zaten böyle bir konudan söz etmez. Dinî düşüncenin yenilenmesi şu anlamdadır; Değişmez gerçek, gelenek, soy, toplum, kültür, inanç, birey, felsefe ve ruh kapları içinde yer aldığında bir süre sonra toplumsal ve tarihsel koşulların ürünü olan ve değişebilen kapları değiştirmek gerekir. Çünkü bu kutsal gerçeğin kabını değiştirip yenilemezsek, kabın içindeki yitip gider.
TEHLİKE
Tehlike budur. Sürekli sözünü ettiğimiz tehlike şudur; Ölümsüz bir gerçeği eskiyebilen değişken bir kabın içine yerleştirdiğimizde, bu anlam, hep bu kalıpla birlikte olduğu için birkaç kuşağın geçmesiyle geleneksel ve kalıtsal bir şekle dönüşür ve sonraki kuşaklar içeriğin [ideoloji, öğreti ve iman] hangisi, kabın [dil, anlatım, mantık, bilimler, gelenek ve delillendirme] hangisi olduğunu ayırt edemezler. Kaçınılmaz olarak da bu ikisini, yanlış yere birbirlerini gereksindiklerini sanırlar. Bu kaplar bütün zamanlarda kalamayacağı ve zorunlu olarak yok olacağı için geriler. Kendi kendine kalma ve edimde bulunma yeteneği yoktur bu durumda. Bilinçli, inanmış ve bu içerik -İslam ve din- ile tanışık bir kuşak, bunu çıkartıp diriltmez ve çağıyla uyumlu anlatım, açıklama ve bilim zarfları içinde yeniden ortaya koymazsa, kap ve içerik hep birlikte yok olup gider. Örneğin Peygamber Mescidi’nin o üç basamaklı minberiyle yetinirsek, bütün seslerin, bütün söylenenlerin, bütün müziklerin ve bütün konuşmaların, uzun ve kısa dalgalar yoluyla dünyanın her yanına yayılmasından ve yerkürenin geniş bir bölgesinin radyoyla, televizyonla, basınla, hoporlörlerle ve filmlerle düşünsel kılığa bürünmesinden sonra, en yüce, en kurtarıcı ve en gerçek sözleri de söylesek özel bir toplantının kısıtlı alanı içinde kalacak, ölecek ve dünyanın kulağına ulaşmayacaktır.
IŞIĞIN HAREKETİ GİBİ ŞAŞIRTICI BİR HAREKET
Din, saldırı durumu kazanınca, kendisini hızla değiştirir. Bir güçlük çıktığı yerde bu güçlüğü hızla çözebilir ve kendisini hızla koşullara uydurabilir [dinî güç kastedilmektedir] ve çözüm yolu gösterebilir. Düşman karşısında korkmaması, kaçmaması ve kanısını gizlememesi bir yana ileri çıkar ve onu avlayıp kontrol altına alır; onun ağzına gem vurur, toplumun koruyucularını kendisinin düşünce, akıl ve hüküm buyruğunun dizgini altına alır ve zaman binitine biner. Toplumda baş gösteren her hareket onun yetkisi altındadır. Her yerde hazır bulunur. Ahlak, aile, siyaset ve iktisat sorunlarını hiç kimse dinden daha çabuk cevaplayamaz.
Böylelikle, İslam’ın coşkun gençlik döneminde İslamî bir grubun, tarihte ışığın hareketi gibi şaşırtıcı bir hızla ileri atıldığını, 18. yılından 21. yılına dek İran’ın fethedildiğini ve bu büyük insanlık hareketinin önderinin ömrünün sonuna dek -ki on, onbir yıldan fazla değildir- bir köy durumundaki Medine’nin bin kılıçlı savaşçıyla, dünya çapında devrimci bir etken, dünyanın en büyük imparatorluklarına karşı saldırıya geçmiş bir güç şekline dönüştüğünü görüyoruz. Bir yüzyıl içinde İslamî amaçlar ve itikadî düşünceler, sadece birkaç yazılı kaynağı bulunan ümmî bedevi toplumda, Batı ve Doğu uygarlıklar cephesini kendi görüşüne ve ruhunun yönelimine göre değiştirir. İki yüzyıl sonraysa en büyük üniversiteler, kütüphaneler, düşünsel, kültürel ve bilimsel yaratı ve gelişmeler, farklı, çelişkili ve çeşitli boyutlarıyla oluşur. Yaklaşık iki yüzyıl, İslam toplumlarının her yanında, bugün de adları insanlık dehası tarihinin ölümsüz yüzleri arasında yer alan nice dehalar kendini gösterir.
Şii imam mescitte oturuyorken dehri bir şair ya da câsilik biri -ki sanıldığının tersine câsilik bir kişi adı değil, Katolik demektir- içeri girer. Mescide saldırı ve eleştiri için geldiği ortadadır, ama din, o konuşunca herkesin sapıtacağından korkmaz. Bu yüzden onun konuşmasına ve cevabını almasına engel olmaz. Oysa bugün Müslüman zayıflamıştır, korkmaktadır; dehriden değil, İbn Ebi’l Avca’dan değil, Ebi’l-Ala Ma’arri’den değil de benim gibi adamlardan korkmaktadır hem de.
Arkadaşlardan biri diyordu ki, sana -yani benim- koyu muhalif olanlardan birine senin konuşmalarını hiç dinleyip dinlemediğini sorduk. Dedi, hayır. Dedik, hiç kitabını ya da yazısını okudun mu? Dedi, hayır. Dedik, öyleyse nereden anladın kötü bir adam olduğunu? Dedi, bilmiyorum; falanca söyledi. Dedik, sen de insansın, öğrenim görmüş birisin; hem de yüksek öğrenim görmüşsün; şu kitaplardan birini al, oku. Alıp gitti. Bir süre sonra, okuyup okumadığını sorduk. Dedi, “Korktum; onu okuyunca sapıtabileceğimi gördüm.” Acizliği görüyor musunuz? Tıpkı hasta adamlar gibi, midesi artık birşey hazmedemiyor. Kanı, algılama ve tatma yeteneği yok. Herşeyden korkuyor. Doktor ne söylerse onu yiyor; söylemediğini de yemiyor. Kendiliğinden birşey yerse yanlış yapıyor. Dinleme ve anlama cesareti yok. Anlayabilir ama -anlamak başka bir kategoridir- cesareti yok.
|